Bazen, sadece “biz” olabilmeye inanmak isteyen bir insan, her defasında inancı, hevesi, heyecanı ve hayalleri kursağında kalır ya da bırakılır. Daha sonra ise duygusuzlukla ya da ruhsuzlukla suçlanır. Oysa var olan tablonun duygusuzlukla ya da ruhsuzlukla hiçbir alakası yoktur. İnsan, hevesi, heyecanı ve hayalleri kursakta kaldığında, ötesine mecali yoktur. Hepsi bu kadar.
İnsan, bir şeye inanmak istediğinde her şeye gözlerini kapatır; görmesi gereken şeyleri bile görmez olur. Her şeye kulaklarını tıkar; işitmesi gereken şeyleri bile işitmez olur. Bilincinin dışında kalan her şeyi geride bırakır çünkü hayatının ve kalbinin merkezinde, sadece inanmak istediği şey vardır. O şeye sıkı sıkıya bağlanır ve bu bağı güçlendirmek için elinden geleni yapar; hem soyut hem de somut anlamda. Ancak bazen bu bağ, kuvvetlenmek yerine, diğer insanların olağanüstü çabasının vesilesiyle zaman zaman ya da zaman içerisinde zayıflamaya başlar.
Bir insan, bir şeye ya da bir kişiye inanmak istiyorsa bunu tüm kalbiyle yapıyordur. Fakat çoğu zaman göz ardı edilen yegâne gerçek şudur: Tüm kalbiyle isteyen birinin kalbini kırdığınızda, o kırık parçalar hem inancını hem de duygularını hedef alır. En nihayetinde de o kırık parçalar, ruhuna batar ve oracıkta kalır. Bundan sonra ise o kalbe bir daha ayak bile basamazsınız.
Zeynep Erol