DÜNDEN BUGÜNE KUDÜS (Musa BİÇKİOĞLU)

Selamünaleyküm Musa Bey öncelikle röportaj teklifimizi kabul etmiş olduğunuz için teşekkürler. Dilerseniz ilk olarak okurlarımız için Musa BİÇKİOĞLU kimdir kısaca bahsedelim.

14 Nisan 1975 Mardin doğumluyum. Bir süre turizm ile uğraştım. Kudüs’e 20 sene boyunca gidip geldim, rehberlik yaptığımdan ötürü çok yoğun gidiş gelişlerim oluyordu. İşin doğrusu Kudüs’ü öğrenmeye çalışıyorum. Şu anda Kudüs’le doktora tezi yazıyorum. Yani “Kudüs Yolcusu” denebilir. Kudüs’ü öğrenmeye çalışan bir kardeşinizim.

Sizin “Kudüs Uzmanı” olarak tanınmakta olduğunuzu biliyoruz. Sizce bunun sebebi gerçekten bu konuda birçok kişinin yapamadığını yapıyor olmanız mıdır? Veya normalde her Müslümanın yapması gereken şeyleri ve öğrenmesi gereken bilgileri öğrenmiş olmanız mıdır?

Ben kendimi uzman birisi olarak değil öğrenmeye çalışan birisi olarak kabul ediyorum. Ancak varılan bazı bilgileri düzeltmek zorunda kalabiliyorum. Tabii son zamanlarda bazı bilgiler düzeldi, bazı yanlış çıtalarını kırabildik. Mesela Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu bizde bir problemdi. Sarı kubbeli yapı mı yoksa siyah kubbeli yapı mı olduğu bilinmiyordu. Hatta internette bile tartışma konusuydu. Veya “yerleşimci”, “İsrailli yerleşimciler” diyoruz. Evleri yok ve gelmişler öylesine bir araziye yerleşmişler gibi bir durum söz konusu. Hatta bu kelimenin sempatik bir tarafı da var. Fakat olay öyle değil. Onlar yerleşimci değil işgalci ve katil. Onlar silahlı, ellerine silah tutuşturulmuş ve Filistin topraklarına bilinçli olarak yerleştirilmiş insanlar. Sivil-asker konusunda bir mefhumumuz var. O da şu: (Sanırım 2019 yılının verileriydi) Filistin nüfusunun %50’si 14 yaş altındayken bölge halkının yarısı terörist olarak gösteriliyor. Oysa ki İsrail halkının tamamı 55 yaşına kadar sefer görev emrine tabii tutuluyor. Dolayısıyla o yaşa kadar her bir kişi askerdir fakat çocukları terörist, kendilerini sivil olarak gösteriyorlar. “İsrail sorunu ve barış görüşmeleri” şeklinde ifade ediliyor. Fakat bu barış olmazsa olmaz İsrail kaynaklı fakat Filistin kaynaklı gibi bir algı söz konusu. Bu sebeple sorunun üzerinde durulmuyor, gündemde tutulmuyor. Böyle pek çok sorunumuz var. Bir tanesi de dil sorunu. Dil sorunundan kastım Burak Duvarı’na Ağlama Duvarı denmesi gibi şeyler. Ağlama Duvarı dediğimiz duvar Mescid-i Aksa’nın Batı Duvarı’dır. O duvarın taşları dökülürse Mescid-i Aksa’nın Batı duvarı da çökmüş olur. İsrail’in ördüğü duvara biz “Utanç Duvarı” diyoruz fakat İsrail o duvara sahip çıktığı halde “Utanç Duvarı” diyor. Açıklamaları ise fazla manidar. “Siz bu duvara zaten Utanç Duvarı diyorsunuz. Biz de bu duvara Utanç Duvarı diyeceğiz çünkü Filistinliler bizi bu duvarı yapmaya mecbur bıraktı. Eğer utanılacaksa biz değil siz utanın.” diyorlar. Biz bu duvara “Medeniyet Duvarı” deseydik açıklamamız da “Bu duvar Utanç Duvarı değil Medeniyet Duvarı çünkü her millet kendine yakışanı yapar.” olsaydı konu buralara gelir miydi? Kendine yakışandan kastım şu: Bir han, hamam, mescit, medrese, camii vs. yapmak var bir de duvar yapmak var. İsrail kendine yakışanı yaptı. Biz bu şekilde yaklaşamadık. Biz genelde bakmamız gereken yönden değil de nereden zarara uğrayacaksak oradan bakmayı tercih ediyoruz. Bu durum da bizim karşımızda olanların işine geliyor. Şunu özellikle belirtmek istiyorum: Karşımızda olan insanlara kasıtlı olarak ‘düşman’ demiyorum. Onlar kendilerini düşman olarak görüp onlardan korkmamızı isteseler de o kategoride olamazlar. Maalesef ben her ne kadar o şekilde düşünüp görsem de bazıları düşman olarak görüp ekmeklerine yağ sürebiliyor yani farkında olmadan onların istediği şeyin yaşanmasını sağlıyorlar. “Eyvah 12 metrelik duvarla etrafımızı sardılar.” diyoruz fakat tersten düşünürsek o duvarı Filistinlilerden korunmak için kendi etraflarına sardılar. Okuma eksiğimizin olduğu aşikar. Hz. Süleyman’ın hiçbir şey yapmaması gibi konuları gündeme getirerek bir şey bilmiyoruz algısını yaratmaya çalışıyorlar. Bence bu doğru değil. İsra Hadisesi, Miraç Olayı veya Gece Yürüyüşü gibi konuların üzerinde bir türlü duramadık. Miraç Olayı’nda hangi katta ne oldu? Hangi peygamber ile görüşüldü? Rüyada mı, ruhen mi, bedenen mi oldu? Gibi soruları ve Selahattin Eyyubi’nin ırkını tartışmaktan öteye gidemedik. Maalesef olayların ruhuna odaklanamıyoruz. En büyük problemimiz bu.

Balfour Deklarasyonu nedir ve Filistin’in kaderini ne şekilde değiştirmiştir?

Bu deklarasyon Arthur Balfour tarafından verilen bir deklarasyondur. Bu deklarasyon 2 Kasım 1917 tarihinde verilmiştir. (Balfour Deklarasyonu’na “orijinal metin” başlığı ile röportajdan önceki sayfada yer verilmiştir.) Tarih olarak bakıldığında 2 Kasım 1917 fakat Osmanlı o toprakları ne zaman kaybetti? Osmanlı toprakları 9 Aralık 1917 tarihinde kaybetti. Topraklar henüz kaybedilmeden önce orada bir devlet kurulacağına dair Yahudilere ve Musevilere bilgi veriliyor. Konu ile ilgili söylenmiş olan şu ifade çok kıymetlidir: “Bu öyle bir belgedir ki onunla bir millet diğer bir millete üçüncü bir milletin toprağını büyük bir gösterişle vadetmiştir. Üstelik kendisine vaatte bulunulan o millet ,daha millet bile değil, sadece dinî bir toplulukken ve toprak da, vadedildiği sırada dördüncü bir millete, yani Osmanlı’ya aitken…” Yani İngilizler Musevilere Filistin topraklarını vadediyor. Oysa ki bu topraklar Osmanlı topraklarıdır ve Museviler millet dahi değildirler. Avrupa topraklarında darmadağın yaşamaktadırlar. Bu açıdan en net ifadenin bu olduğunu ve daha net ifade edilebilecek bir şey olmadığını düşünüyorum. Rusların ve bir çok ülkenin desteği yani uluslararası destek çok önemli. Rothschild Ailesi eril ve bu ailenin dünyada maddi olarak önemli bir yere sahip olduğu biliniyor. Bu durumdan hareketle baktığımızda Musevilerin hem iktisadi anlamda hem de lobi anlamında desteklendiği açık. Bir yandan da Rusya’nın Bolşevik İhtilali sebebiyle savaştan çekildiğini düşündüğümüzde farklı bir denklem görmekteyiz. Kısacası İngilizler henüz ele geçirmedikleri toprakları başka bir millete vaat ediyor ve bu vaat İsrail’in kuruluş senesine tekabül ediyor. Tamamen planlı programlı bir durum.

İbraniceyi dirilten adam olarak bilinen Eliezer Ben Yehuda hakkında bilgi verebilir misiniz? Sizce bu durum konuyla ilgili ne yapacağını bilmeyen müslümanlar için örnek teşkil edebilir mi?

Elbette ki örnek teşkil etmekte. Burada bizim için önemli olan nokta şu: Düşünün Kur’an-ı Kerim’de (Bakara Suresi 96) en hırslı toplulukların İsrailoğulları olduğu belirtiliyor. “1000 sene yaşasalar da dünya hayatına doymazlar” diye geçiyor. Böyle bir toplumun çalışma, özgüven ve gayretine baktığımızda ölmüş hatta sahneden ayrılmış dili diriltme, devlet dili olarak kullanma, Yahudi ve Musevi toplulukların bu dil üzerinden eğitim görmeleri, iletişim dillerinin diriltilen bu dil olması bize örnek teşkil eder mi? Evet maalesef örnek almamız gereken onca şey varken bu olay da ironik olarak bize örnek olmalıdır. Peki neden ironik olarak? Şöyle açıklayayım: Hz. Resurullah’ın yapmış olduğu amellerin yanında bunlar çok küçük ve sıradan şeyler. Maalesef biz müslümanlar Resurullah’ın bize gösterdiklerini, Kuran’da bizim için yazılanları görmüyoruz. Bizim ufkumuz nereye kadar? Buradan Samsun’a, Kastamonu’ya, İsviçre’ye, Himalayalara, Grönland Adalarına, Güney Kutbu’na, Kuzey Kutbu’na kadar değil. Bizim ufkumuz uhrevi sınırlarımıza ve ahiret hayatımıza kadar. Bizlerin önümüzde Kurandaki ilkeler, Hz. Resurullah ve Esnab-ı gibi nimetler varken maalesef dirilmiyoruz. Buna mukabil ölmüş bir dilin diriltilmiş olması elbette ki ironik olarak örnek alabileceğimiz bir hadise. İstemeyerek de olsa “Örnek alınmalı.” diyorum. Peygamber örnekliği, Sahabe örnekliği ve Kuran kılavuzluğu bizlere yetmiyor mu? Aslında yetiyor hatta artıyor bile fakat şayet yetmezse Theodor Herzl örnek olmalıdır. 1897 Basel Kongresi ilk yapıldığında Yahudi Devleti’nin kurulması düşüncesi vardı. Şimdi veya 50 sene sonra. 51. Yılda kuruluyor fakat Theodor Herzl sonrasını göremeyecektir. Zaten 38 yaşındaydı ve büyük ihtimalle 88 yaşına gelemeyeceğini kendisi de tahmin edebiliyordu ama bu bir ufuk meselesi. 50 yıllık bir ufuk koydu kendine. Oysa ki bizim ufkumuz uhreviydi. Yani bizim ufkumuz bu dünyayı aşar. Belki de biz bazı ilkelerimizi ve prensiplerimizi deforme ettik, uzaklaştık fakat en kısa sürede dönmemiz gerek. Genetiğimize geri döndüğümüzde Theodor Herzl ve bir çok kişi bizi örnek alabilecekken biz onları örnek almak durumunda kalıyoruz ve bu çok acı bir durum.

Tarihe bakıldığında ezan tasarısı adı verilen bir tasarı görmemiz mümkün ve bu tasarıya göre ezan sesinin kısılması amaçlanmakta lakin Filistin halkının bu tasarıya karşı evlerin çatılarına ve balkonlara çıkarak var güçleri ile ezan seslendirmiş olduklarını görmemiz de mümkün. Bu tasarının altında yatan sebebin müslümanların sesini kısmak olduğu söylenebilir mi?

Sadece sesin kısılması olarak değil de biraz daha genelleyerek söylesek sanırım daha yerinde olur. Kudüs ve civarında müslümanlarla ilgili sembollerin tamamı hedef altındadır. Bizim mimariden tutun da sosyal gündem konularına kadar her alanda hedef altındayız. Adabı muaşeret kurallarımız, esnaf olarak varlığımız, psikolojik olarak varlığımız, sosyolojik olarak varlığımız, örf ve adetlerimiz kısacası her alandaki varlığımız onları rahatsız ediyor. İslamiyet mensubu bir insan iyi bir insan değildir. İyi bir insan olması için İslamiyet dışında olması gereklidir. İsrail açısından empati yaparak söylüyorum bu asla kabul edilemez. Kudüs’te bulunan sembollerimizi yok etmeden “Yahudi’nin Kudüs’ü” mührünü vuramıyorlar. Bu demek oluyor ki orada bulunan minarelerimiz, mezarlıklarımız vs. hedeftedir. 1948 yılında 600 köy yıkılarak yok edildi. Yıkılan o köylerde bir tane dahil camii veya mezarlık yok muydu? Kayıtlara göre bazı köylerde 15-20 civarında camii vardı. Ortalama en az 2 camii olduğunu düşünürsek 1200 kadar camii eder. Yani 1200 kadar camii yerle bir edilmiş oldu. Mezarlıklar ortadan kaldırılmıştır. Şu an Kudüs’te Mamilla’da Amerikan Konsolosluğu’nun karşısında 70000 mezarlığın bulunduğu yere bir müze yapılıyor. Bu müze için 7800 tane mezarlık kazıldı. Mezarlık kazılır mı? Kazıyorlar, tahrip ediyorlar. Mesela Hz. Yusuf’un annesinin kabrinin bulunduğu El Halil Camii şu anda bir Sinagog’dur ve içine Müslümanlar hatta Müslüman turistler dahil giremiyor. Ezanların susturulması ile ilgili yasa tasarıları ve belediye kararları alınıyor fakat oradaki Filistinlilerin direnci buna karşı koyuyor. Filistinlilerin ortaya koydukları bu direnç gurur duyulacak ve takdir edilecek bir şey fakat maalesef İsrail aleyhine konuşmalar yapıldığında hala daha toplumumuzda “Canım onlar da topraklarını satmasalardı.” diyebilen insanlar mevcut. Biz onlara bu yaftayı atıyoruz fakat şu an orada bizim lehimize direnen tek güç Filistin ve şu an orada bulunan İslami değerlerimiz Filistin tarafından korunuyor. Şayet topraklarını satmış olsalardı oradaki İslami değerlerimiz hala orda duruyor olmayacaktı. Ezan meselesi dediğimiz şey sadece ezan meselesi değil. Ezan da dahil olmak üzere İslamiyetin içerisinde yer alan tüm semboller hedef halinde.

İsrail’in üç büyük handikap ile karşı karşıya olduğu söyleniyor. Bunlar:
1.Seküler ve dini Yahudiler arasındaki çekişme ve nefret.
2.Yahudi gruplarının birbirleri ile rekabeti.
3.Yerleşimci Yahudilerin yaratmakta oldukları siyasi ve sosyal gerilim başta olmak üzere pek çok problem.
Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Kur’an-ı Kerim’den örnek vererek gidecek olursam Haşr Suresi 19’da diyor ki; “… Sen onları Birlik zannedersin fakat kalpleri dağınıktır.” Gerçekten de bölük pörçükler. Gerçek Yahudiliğin kimde olduğunu dahil tartışıyorlar. Birbirleriyle anlaşmak yerine çekişiyorlar ve birbirlerini rakip olarak görüyorlar. Polonya Yahudi’si, Rus Yahudi’si, Fransa Yahudi’si, Alman Yahudi’si, İspanya Yahudi’si şeklinde ayırıyorlar. Bazen birbirleriyle çatışıp dinden çıktıklarını dahil düşünüyorlar. Mesela Samiri Yahudilerine göre mabet başka yerdedir. Sosyolojik olarak bölünmüşlük hakim. Ortada bir mozaik var fakat bu mozaik renkliliği ifade etmekle birlikte ciddi bir rekabeti de gözler önüne seriyor. Dini olarak da bir rekabet söz konusu. Bunun en net örneği Falaşa Yahudilerine karşı yapılanlardır. Etiyopyalı Yahudileri Yahudi olarak görmüyorlar. 2. sınıf Yahudi hatta 3. sınıf Yahudi olarak dahil görmüyorlar. Bir seferinde kan kampanyası düzenlemiş fakat Falaşa Yahudilerinin verdiği kanların hepsini çöpe dökmüşlerdi. Bu basına sızmış ve çok büyük sorunları beraberinde getirmişti. Yine yakın zamanda Telaver’de Falaşa Yahudilerinin isyan maksatlı olaylarına şahit olduk. Tüm bunlara bakıldığında İsrail’in çok da rahat bir yapıya sahip olmadığı aşikar. Aslında bakılırsa İsrail milleti motive etmeyi başarıyor. Sürekli olarak düşman, müslüman, Arap konseptlerini diri tutarak içeride oluşabilecek muhtemel ayaklanmaların önüne geçiyor. Enerjiyi dışarıya ayaklanma kontrol altına alınıyor. Bunların farkında olmak gerekir. Athalla Hanna’da bir önceki Kudüs Rum Patriği’nin seçilmeler hile karıştırarak seçilmesi ve kiliseye ait bir çok yapıyı siyonistlere satması bize neyi gösterir? Şu anki Kudüs Rum Patriği Athalla Hanna Kudüs ve Filistin topraklarına karşı saygıdeğer bir duruş sergiliyor. Fakat ondan önceki Patrik için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bundan önceki Patrik için yolsuzluk iddiaları vardı ve bu iddialar uluslararası krize yol açmıştı. Şayet yanlış hatırlamıyorsam İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi tüm Ortodoks Patrikhanelerinin üstü olarak tanımlanıyor. Bu sebeple de İstanbul’dan müdahale edilmişti. O Patrik görevden azledildi. Görevden azledilmesinin ardından kendini eve kapatmış ve protesto etmek amacıyla evden çıkmamıştı. Bu durumu Hristiyanlar üzerinden tesbil etmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Çünkü bölgedeki Ortodoks Mezhebi mensupları ve Gazze’deki Katolik Rahibe müslümanlardan yana bir duruş sergileyip bu yönde beyanlarda bulunmuşlardır. Yakın zamanda meydana gelmiş olan olaylarla ilgili Kudüs Patriği Athalla Hanna basım bildirisi yapmıştır. Bundan önce Mescid-i Aksa kapıları kapatılınca (sanırım 2-3 sene önce Temmuz ayı içerisinde) Aksa’nın kapısının önüne kadar gitmiş ve oradaki direnişe destek vermişti. Bölgedeki Hristiyanların da Filistinli olduğunu unutmamak lazım. Bu insanlar Filistinlilerin ve müslümanların yanında yer alıyorlar. Evet sesleri çıkmıyor ve çok zayıf kalıyorlar. Çünkü onlar da kimsesiz. Şunu söylemek mümkün: “Filistinli Müslümanlar nasıl ki Müslümanlar tarafından terk edilmişse Filistinli Hristiyanlar da aynı şekilde Batılı Hristiyanlar tarafından terk edilmiştir.” Aslında bakarsanız İsrail Hristiyanları da hedef alıyor fakat onlarla daha az uğraşıyorlar. Çünkü uyuyan devi uyandırmaktan korkuyorlar ve uyuyan devi uyandırmak istemiyorlar.

Kudüs’te bulunan ve Eskişehir’e manzarası olan otelin bombalarla düzenlenen saldırıda yıkılması ve bunun üzerine bölgedeki dış siyasi politikanın el değiştirmiş olması ne gibi avantajlar ve dezavantajlar sağlamıştır?

1948 yılında İsrail’in kurulduğunu biliyoruz değil mi? Fakat İsrail kurulmadan önce (1946 yıllarında) bölgede çeşitli terör örgütleri vardı. Bu otel Britanya’nın yani İngiltere’nin yönetim karargahı, merkezi olarak kullanılıyordu. Dolayısıyla da İsrail’deki terör örgütlerine ilk olarak İngilizler destekledi. Terör örgütleri yeterince güçlendikten sonra İngilizlerin oradan çıkması için ortam oluşmadı. Tabii ki uluslararası bağlantılar da önemliydi fakat bu terör örgütleri son zamanlarda İngilizlere saldırmaya başladı. II. Dünya savaşında İngilizler yeterince hırpalanmış bu sebeple de 1946 yılında İngilizlere saldırdılar. Ayrıca Hayfa Limanı’nda bir gemi batırıldı ve yüzlerce İsrailli ve Musevi can verdi. Ardından terör örgütleri “Bu kadar masum insanı öldürmek zorunda kaldık.” diye bir söylemde bulundular. Bazen kamuoyu yaratmak için, zemin hazırlamak için bazen de İngilizlere mesaj vermek için bunu yapıyorlardı. Uluslararası açıdan böyle olmalıydı fakat olmak zorundaydı. Peki İngiltere ne yaptı? Taksim planını ve çekildiği tarihi ilan etti. Her şey güllük gülistanlık olsaydı ve hiçbir sorun olmasaydı İngiltere böyle bir şeyi neden ilan ederdi? Sanırım biraz da kaosa ihtiyaçları vardı. Ben tüm bunların hedefe giden yolda döşenen parke taşları olduğunu düşünüyorum ve böyle düşünülmesinin yeri olduğuna inanıyorum.

Osmanlı döneminde yaşanılan problemlerin çözülmesi adına Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi ile ilgili verilen padişah fermanından ve bu Ferman neticesinde bugün bile hala yeri değiştirilmemiş olan o meşhur merdivenden bahsedebilir misiniz?

Bahsettiğiniz merdivene “Statik Merdiven” deniliyor. Osmanlı Devleti’nin oradaki yönetimi, toleransı, hoşgörüsü bütün milletlerin ve grupların arasındaki sorunları çözmüştür. Peki çözümünün ardından “Çözdüm tamam oturun yerinize.” diye sopa gösterse kim ne diyebilirdi? Elbette ki kimse bir şey diyemezdi fakat öyle bir çözüm yolunu tercih etti ki herkesin vicdanını rahatlattı ve statik bir çözüm yolu ortaya koydu. (Allah rahmet eylesin) Yavuz Sultan Selim 31 Aralık 1516 yılında yani yılbaşında Kudüs’e gitmiştir. Peki 31 Aralık’ta Yavuz Sultan Selim’i neden torunları olan bizler anmıyoruz? Trabzon’da sancak beyliği yapmıştı. Peki Trabzon’da anılıyor mu? Hayır. Kabrinin yer aldığı İstanbul’da anılıyor mu? Hayır. Burada büyük bir sorun var. Yavuz Sultan Selim Kudüs’e girdiğinde Rum Patriği ile Ermeni Patriği’ne eman veriyor, akşam ve yatsı namazlarını Mescid-i Aksa’da kıldırıyor. Hz. Ömer (r.a) ve Selahaddin Eyyubi’nin vermiş olduğu emannamelerin hepsini tanıyor, vermiş oldukları imtiyazların hepsini değişiklik yapmadan onaylıyor. Tüm bu imtiyazları İslamiyet’e ve Hz. Ömer’in emannamesine borçluyuz. Emannamede oradaki kişilerin canlarına, mallarına, ibadetlerine ve ibadethanelerine dokunulmayacağı yer almaktadır. Şu dönemde bahsedilen birtakım haklarımızın, hukuklarımızın ve normlarımızın olması o dönemdeki emanname ile alakalı. Oysa biz şuan emannameyi dahi bilmiyoruz. Bu emanname o dönemden sonraki sultanlara da referans olmuş ve o sultanlar bu referansa saygı göstermişlerdir. Balkanlar ve diğer bölgelerde Osmanlı’nın kiliseye ve kilise yönetimine bakışını biliyoruz. Kilise ile ilgili çıkan kitaplara ara ara müdahale edilmişti fakat Abdülmecit döneminde büyük olaylar çıkınca ve bu olayların haberleri İstanbul’a gidince Abdülmecit Bürokrasisi yürürlüğe girdi. Bu bürokrasi şu an her ne kadar beğenilmiyor olsa da ciddi bir birikimdi. Oranın idaresi ile ilgili yeni bir yönetim şekline karar verildi. Oranın idaresi Ortodoks Katolik Ermeni, Süryani, Kıptiler ve Habeşilerin bulunduğu bir yerde. Onların dışarıda yerleri var. Bu kadar ortak idare edilen bir yer olarak çok hassas noktaydı. Bu hassas noktanın yönetimi, kimin nerede nasıl ibadet edeceği, kimin nerede, ne şekilde ve ne kadar mum yakacağı gibi detayların yer aldığı “Statüko Fermanı” hazırlandı. O ferman “Her şey olduğu yerde duracak.” diye bir ifade ile başlıyor. O günden sonra her şey olduğu yerde durmak zorunda. Bu ferman okunurken merdivenin üzerinde temizlik yapan Ermeni Papaz oradan iniyor ve bu olaylar bir daha tekrar edilmesin diye ikaz ediliyor. O dönemde Osmanlı nüfusunun yarıya yakını Gayrimüslim olduğu için ve ibadet alanları ortak olduğu için tüm detaylar belirlendi. Fermanda yer alan o merdivenin kaldırılıp kaldırılmama konusu üzerinde tereddütte kaldılar ve kaldırmamaya karar verdiler. Çünkü fermanda geçtiği üzere her şey yerli yerinde kalmalıydı. Bu sebeple merdiven 1852 yılından beri orada duruyor. Yani 169 yıldır orada. Aslında tüm bu durumlar Osmanlı Devleti’nin ara bulucu, uzlaşmacı tavrını ve diğer milletlerin ona olan güvenini gözler önüne sermekte. Bugün yeryüzünde kutsal yerlerden birisi olan ve Hristiyanlar için yeryüzündeki en kutsal yer olarak benimsenen Kıyamet Kilisesi kendi içerisinde yine bu fermanı benimseyerek ilerliyor. Oradaki aileler bugün hala ellerinde 165-167 arası ferman olduğunu söylüyorlar. Kiliseyi hala daha kendileri açıp kapatıyorlar. Hristiyanlar yalnızca kiliseye girip ibadetlerini yapıyor ve gidiyorlar. Bugün hala bu şekilde devam ediyor olması tarihte Müslümanlar, gayrimüslimler için oluşturulan güven ve huzur ortamının gölgesidir. Farklı bir örnek daha vermek istiyorum. Şayet yanlış hatırlamıyorsam 1916 yılında Enver Paşa Kudüs’e gittiğinde Mescid-i Aksa’yı ziyaret ediyor ve ardından merak etmiş olacak ki Aksa’nın yakınında bulunan, “yeryüzünün en kutsal yeri” olarak tanımlanan Kıyamet Kilisesi’ne uğruyor. Kiliseden çıktığında kilisenin din görevlileri karşısında el pençe divan duruyor ve Enver Paşa o görevlilere “İsa’nın mezarı neden toz toprak içerisinde?” diye soruyor. Din görevlileri ise “Efendim hiç kimse İsa’nın mezarını temizleme şerefini ve sevabını başka bir mezhebe terk etmek istemiyor.” diye bir cevap veriyorlar. Enver Paşa hemen güvenlik tedbirleri aldırıp orayı temizletiyor ve kırık camların onarımını yaptırıyor. Yani bizler onların anlaşamadığı her olayı geçmişten bu yana ortayı bularak çözdük.

Sizce Kanuni Sultan Süleyman’ın Yahudilere ağlama duvarını tahsis etmiş olmasındaki asıl sebep nedir?

Kanuni Sultan Süleyman döneminde herhangi bir topluluğa yaranma gibi derdimiz yoktu, böyle bir vaziyetimiz yoktu, herhangi bir tarafa veya gruba şirin gözükmeye ihtiyacımız yoktu. O dönemlerde bizi tehdit eden NATO, Birleşmiş Milletler veya Güvenlik Konseyi gibi kuruluşlar da yoktu. Dünyanın en büyük gücü Kanuni’ydi. Kanuni Dönemi’nde inşa etmiş olduğumuz Surların en önemli kapısı El-Halil kapısıydı. O kapıda “La ilahe illallah İbrahim Halilullah” (Allah’tan başka ilah yoktur İbrahim Onun dostudur) yazmakta. Kelime-i Tevhid’in farklı bir versiyonunu Kudüs’te El-Halil Kapısı’nda yazılı. Kanuni bir nevi marka olarak beğenmiş ve kullanmış. Bunu yazarken kullandığı kelime İbranice “Hablon” yani “Dost”. Bu kelime bizde de, Yahudilerde de, Hristiyanlarda da aynı anlama geliyor. Kanuni bu durumu “Ey Yahudiler ve Hristiyanlar sizden korkmuyor olmamıza rağmen, bizi tehdit etme ihtimaliniz olmamasına rağmen ve size şirin gözükmeye ihtiyacımız olmamasına rağmen Kudüs’teki kutsallarınızı yok saymıyoruz.” diye açıklıyor. Aslında bu durum Kanuni Dönemi’ndeki özgüvenimizi gözler önüne seriyor. Burak Duvarı’na kadar gidip ibadet edebilecekleri yönünde bir karara varmışlardır. Bu duruma olumsuz yönden bakmamıza sebep olacak bir şey yok. Zaten Musevi Topluluğu’nu tarih boyunca Osmanlı ve Müslümanlar korumuşlardır. Bu durum Endülüs için de Haçlı Seferi için de geçerlidir. Bu insanlar yalnızca müslümanların yaşadığı yerlerde eman bulmuşlardır. Endülüs’te İslam hakimiyeti bozulduktan sonra oradan kaçmak zorunda kalmışlardır. Zor durumda kaldıkları için Sultan Beyazıt onları İstanbul’a getirmiştir. Anlayacağınız biz buyuz. Tarih boyunca müslümanlar olarak Musevilere ve zor durumda kalanlara sahip çıktık. Asıl sorulması gereken soru “Sizin kutsallarınıza, ibadetlerinize saygı duyan bir millete, müslümanlara bunu mu reva görüyorsunuz?”

Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi başta olmak üzere Kudüs’te bulunan 10 kapının açılıp kapatılma görevinin Müslüman ailelerde olduğunu biliyoruz. Bu doğru mu? Şayet doğruysa bunun sebep veya sebepleri nelerdir?

Kıyamet Kilisesi Hz. Ömer tarafından fethedildiğinden itibaren müslümanlar tarafından açılıp kapatılıyor. Çünkü Hristiyanların kendi aralarında böyle bir mabedin açılıp kapatılmasının sevabının dahi paylaşılamayacağına dair bir inanç var. İnançlarına göre bu kapıyı bir Ortodoks açarsa sevap Ortodokslara, bir Katolik açarsa sevap Katoliklere gidecek. Bu sorun müslümanların açması ile çözüldü. Hristiyanlar bu durumdan memnun ve biz bunu İslam’ın adaletine borçluyuz. Sadece kapının açılışı ve kapanışı olarak düşünmek yanlış olur. Kilisenin varlığını da bizler koruduk. 614 yılında Sasaniler kiliseye girip yerle bir etmişlerdi. Nitekim Hz. Ömer kilisenin korunması talimatını yazmış ve uygulatmıştı.

15 Mayıs Nekbe Olayı’nı ve akabinde yapılmakta olan yürüyüşleri nasıl yorumluyorsunuz ve sizce hakikaten müslümanlar olarak kutsal toprakları bir gün alabilmemiz mümkün mü?

14 Mayıs tarihinde İsrail kuruldu ve 15 Mayıs tarihinde Filistinliler Nekbe Gösterileri düzenlediler. Nekbe’nin talihsizlik, kara gün gibi anlamları var. Nekbe Olayı Filistinlilerin felaket olarak nitelendirdikleri olayın anılmasıdır. Filistinliler İsrailin kuruluşundan bir gün sonrasını “Kara Gün” olarak ifade ettiler ve bunu hala daha canlı tutuyorlar. Etkinlikler yapmalarını doğru buluyorum. Günün şartları, sosyolojik yapı, gündem yürüyüş yapmayı gerektiriyorsa yürüyüş yapmalılar. Ama şunu unutmamalıyız ki bu etkinliklerin daha derinlemesine incelenmesi lazım, ilimle ve farklı şekillerde desteklenmesi lazım. Mesela sinemaya uyarlanması lazım. Biryandan da çıta atlamamız lazım. Bunların yapılmasının isabetli olduğunu düşünüyorum. Ben yapılmamasının onca şeyi kabul etmek ve kanıksamamak olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla böyle bir şeyin kabul edilmesi yanlış olacaktır. Bu tepkiler karşıt bir reaksiyonun varlığını, karşıt bir protestonun olduğunu ve geriye dönmeye yönelik direncin olduğunu gözler önüne seriyor. İslami açıdan bakıldığında oranın fethi yakındır inşallah. İsra Suresi’ndeki müslümanların tekrar Mescid-i Aksa’ya girip fetih edeceklerini bildiren ayet çok önemlidir. Bununla beraber şunu da belirtmek istiyorum: Orası isim olarak da mukaddes bir yerdir ve Allah mukaddes ve temiz olan yerde şirki, kötülüğü ve pisliği payidar etmez. Orası beytus selam ve beytus mukaddestir. Oranın üzerinde böyle bir şeyin payidar kalması mümkün değildir. Dolayısıyla da bize düşen bu uğurda çalışmaktır.

Scopus Dağı’nın stratejik öneminden bahsedebilir misiniz?

Kudüs etrafı dağlarla çevrili bir yerdir. Scopus Dağı Kudüs’ün Kuzeydoğusuna denk geliyor. Mescid-i Aksa’yı ve Eskişehir’i en tepeden gören bir dağ. Stratejik öneme sahip bir dağdır. Yakınında İbrani Üniversitesi bulunmaktadır. Bence böyle bir yerin İsrail tarafından kullanılmaması garip bir durum.

Golan Tepeleri’nin stratejik önemi ile ilgili bilgi verebilir misiniz?

Golan Tepesi Kuzey Filistin Taberiye bölgesinde yer almaktadır. Aslında Suriye topraklarında kalıyordu fakat ilhak ettiler. Barış Planı’nını bu şekilde ortaya kouyorlar. Dünya hukukuna göre başka bir devlete ait toprakları işgal ettiler ve hukuka göre bu toprakları geri vermeleri gerekirken vermediler. İşte İsrail’in Barış Planı bu. Taberiye Bölgesi stratejik önem bakımından Filistin bölgesinin en çok yağış alan kısmıdır. O topraklarda su problemi olduğu için bu çok önemli. Kısacası su kaynakları bakımından önemli bir bölgedir. Ayriyeten Buralar yüksek bölgelerdir ve Taberiye Gölü buradadır. Bu bölgeyi asıl tehtit etmekte olan güç Şam’dır. Galon tepeleri ile Şam’ın arası 63 km’dir. 63 km uzaktaki Şam’a karşı İsrail’in bu tepeleri kontrol etmesi önemlidir. Önemli olmasının sebebi ise Galon Tepelerinden Şam’ı seyredecek kadar büyük teras gibi olan bir bölümün mevcut olmasıdır. Bu sebepten ötürü her iki taraf için de stratejik öneme sahiptir. Ancak oradaki ülkeler kendi menfaatleri için batıya borçlu oldular ve masaya oturup ne söylenirse, ne çizilirse onay verdiler. O bölgenin hakimiyetini asıl sahiplerine vermiyorlar. Aslında bakarsanız Suriye’nin o bölgeyi geri almaya yönelik adım atmaya hakkı vardı fakat 1967 yılından beri kimse bir taş atmıyor. Neden atmıyor? Silahı mı yok? Aksine silahı var fakat 10 yıldır kendi halkına kullanabiliyor. Anlayacağınız ortada bambaşka bir denklem var.

Yüzyılın Barış Planı olarak ortaya atılmış olan sözgelimi anlaşma ile ilgili bilgi verebilir misiniz? Bu anlaşma ile ne amaçlanmaktadır?

Aslında Yüzyılın Barış Planı değil de “Yüzyılın Hezimet Ve Rezalet Planı” denilebilir. Bu bir nevi üç maymunu oynama anlaşmasıdır. Sefillik, rezillik, edepsizlik ve ahlaksızlıktan başka bir anlam taşımıyor. Yüzyılın Barış Anlaşması koltuğunda kim oturuyor? Amerika. Bu Amerika Oslo Barış Süreci’ni yürütüp Filistin Devleti’nin sınırlarını ele geçirerek İsrail’e tanımlayan Amerika değil miydi? Peki ne oldu bu sınırlara? 1994 yılı ile 2021 yılı arasında 30 yıl bile yokken bu toprakları dahi alt ettiler. Batı’nın Barış Anlayışı tam olarak bu. Kendi tanıdığı, tanımadığı, taraf olduğu, kabul ettiği ayriyeten kendisinin de taraf olarak şahit olduğu ve taraflara imzalattığı anlaşmayı bugün Yüzyılın Barış Anlaşması şaklabanlığı ile bu hale çevirdiler. Peki maşa olarak kullandıkları kim? Az önce Suriye’yi konuşuyorduk fakat şimdi maşa Birleşik Arap Emirlikleri. Bizden olmayan insanları bize karşı maşa olarak kullanıyorlar. Bir de İbrahim Anlaşması yapacaklarmış. Bu anlaşmada ezanı susturmak, halkı yok etmek, milletin evini yıkmak ve camilere el koymak mı var? Peki tüm bunları yapmak İbrahim Anlaşması mı olacak? Bu mudur? İbrahim Peygamber (a.s) bunu mu yapıyordu?

Tarihe bakıldığında Kudüs’ün “Altın Çağı” olarak ifade edebileceğimiz bir dönem var mı? Şayet varsa bu dönemden biraz bahsedebilir misiniz?

Sosyal, mimari ve siyasi anlamda bir bütün olarak düşünülüyorsa oranın altın çağı şüphesiz Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın dönemidir. Çünkü onlar orada egemendi. Onun dışında Hz. Ömer’in dönemi ve sonrası yani İslami dönemlerin yaşandığı zamanlar Kudüs için altın çağı niteliğindedir. Tabii bazı dönemlerde çok daha farklı atılımlar olmuştur. Mesela Emevi Dönemi’nde yapılan yatırımlar, Abbasi döneminde ilmi faaliyetlerin artması, İmam Gazali’nin ve Muyhiddin İbni Arabi’nin Kudüs’e gitmeleri, Selahattin Eyyubi’nin medreseler yaptırması ve Memlüklüler Dönemi’nde orada medreselerinin açılması, Harameyn gibi. Kudüs’ün muhafaza edilmesi ve özel yetkililerin görevlendirilmiş olması çok kıymetlidir. Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde buraya Bedeviler işgal etmesin diye surlar yapılmıştır. Bu örnekler çoğaltılabilir fakat genel olarak baktığımızda İslamiyet’in hakim olduğu dönemler Kudüs için altın çağ niteliğindedir.

Birçok tarihçi bilhassa Kudüs meselesinde tarihin tekerrür etmekte olduğunu dile getiriyor. Siz buna katılıyor musunuz? Neden?

Tarihin tekerrür etmesini Kudüs’ün kaybı olarak düşünüyorsak evet doğru tarih tekerrür etmiştir ve İslam medeniyeti şu an medeniyet krizi yaşamaktadır. Bu İslam medeniyetinin tasvir edildiği anlamına gelmiyor. Bugünkü İslam medeniyeti, İslam devletleri kurucu bir güce sahiptir ve tekrar ayağa kalkacaktır. Kur’an ve sünnette de İslam dünyası temel ilkelere sahiptir. Biz ilk defa Kudüs’ü Hz. Ömer’in fethinden sonra Haçlılar Dönemi’nde kaybettik. Haçlılar döneminde kaybetmiş olmamızın sebebi İslam dünyasının dağılmış ve birbirine düşmüş olmasaydı. Fatimi Halifesi ve Abbasi Halifesi birbirlerine girmiş birbirleri ile uğraşıyorken Batılılar (Haçlılar) gelip Kudüs’ü işgal ettiler. Şu anda da aynı şekilde 1909 (9 asır öncesi) gibi İslam dünyası birbirine düşmüş ve nüfusu 7 milyonu bulmayan Museviler tarafından işgal edilmiş bir toprak parçası. İslam dünyası sosyolojik olarak imkansız bir durum yaşamakta. Velhasıl tarih tekerrür etmiştir ve İslam dünyası 9 asır öncesini yaşamaktadır.

Yaşanılan olaylar ve yapılan canlı yayınlarda sizi en çok etkilemiş olan olay veya olaylar nelerdir?

Çok şey var tabii. Örnek verecek olursam bayanların aleni bir şekilde şiddete uğraması çok incitici bir durum. Dini hassasiyetten öte dini inancı her ne olursa olsun bir kadının şiddete uğraması kabul edilebilir bir şey değil. Veya ilk yardım ekipleri yaralılara yardıma gittiği halde müsaade edilmemesi ve o yaralıların göz göre göre kan kaybından ölmesi. Elbette ki özellikle müslüman yaralılara yardım edilmesine izin vermiyorlar ve bu gayri insani bir durum. Veya Zeytin Dağı’nda üzerine araba sürülerek ezilen çocuk. Verilebilecek örnekler çok. Bu olayların İslam camiası tarafından izlenmesi, takip edilmesi, umut kırılması, “Biz sürekli böyle şeylere maruz kalıyoruz.” denilmesi ve mağdur edebiyatı yapılması bir sorun. Bu edebiyatı biz kime yapıyoruz? İsrail’e mi? Amerika’ya mı? İsrail, Amerika bize acıyacak mı? Tüm bunların farkına varmalıyız.

Yaşanılan olaylar ve yapılan canlı yayınlarda sizi en çok etkilemiş olan olay veya olaylar nelerdir?

Çok şey var tabii. Örnek verecek olursam bayanların aleni bir şekilde şiddete uğraması çok incitici bir durum. Dini hassasiyetten öte dini inancı her ne olursa olsun bir kadının şiddete uğraması kabul edilebilir bir şey değil. Veya ilk yardım ekipleri yaralılara yardıma gittiği halde müsaade edilmemesi ve o yaralıların göz göre göre kan kaybından ölmesi. Elbette ki özellikle müslüman yaralılara yardım edilmesine izin vermiyorlar ve bu gayri insani bir durum. Veya Zeytin Dağı’nda üzerine araba sürülerek ezilen çocuk. Verilebilecek örnekler çok. Bu olayların İslam camiası tarafından izlenmesi, takip edilmesi, umut kırılması, “Biz sürekli böyle şeylere maruz kalıyoruz.” denilmesi ve mağdur edebiyatı yapılması bir sorun. Bu edebiyatı biz kime yapıyoruz? İsrail’e mi? Amerika’ya mı? İsrail, Amerika bize acıyacak mı? Tüm bunların farkına varmalıyız.

Bir Müslüman olarak yaşanılanları nasıl yorumluyorsunuz ve sizce ne olsa sular durulur?

İslam dünyası ve İslam ümmeti adına son derece utanç verici. Ben siyasi olarak Batı veya Gayri İslami unsurlar açısından sorun teşkil ettiği düşüncesindeyim. Elbette onların içinde de vicdan ehli olanlar var tabii ki onları buna dahil etmiyorum fakat genel olarak Batı siyasetinden bu konuda umutlu değilim. Neticede akan kanların sorumlusu Batı siyaseti değil mi? Onlar bir şekilde körüklüyorlar veya engel olmuyorlar. Bosna’da, Afganistan’da Batı yer almadı mı? Düşündüğümüz zaman Filistin’de de aynı şey. Hani şu meşhur Filistin haritası, İsrail haritası var ya ona uluslararası olarak denmese dahi biz kendi aramızda “İşgal Haritası” demeli ve öyle kullanmalıyız. Veya “Müslümanların Karnesi” olarak da ifade edebiliriz. Sorunu Avrupa Birliği’nde, orada, burada aramak yerine kendi bulunduğumuz alanda, mahallemizde, çevremizde aramalıyız. Kimse Mescid-i Aksa’ya gidelim diye yolumuza kırmızı halılar sermeyecek. Bu konuda çözüm odaklı olabilmek ve ortaya doğru düzgün bir şeyler koyabilmek için her birimizin kendini sorunun müsebbibi olarak görmesi gerektiğine inanıyorum. Oralar sadece Filistinlilerin veya Arapların mukaddesatı mı? Bizim mukaddesatımız değil mi? Hepimizin mukaddesatı değil mi? Senin de benim de kutsalım. Senin mukaddesatına girebilir mi onlar? Hayır. Yani bizler kendimizden ve amellerimizden sorumluyuz. Fakat bir sürü ihmalimiz var. Değinmiş olduğumuz olumsuzluklar karşısında o kötü karne kime ait? Elbette ki bize ait. Bugün yaşanılanlar şahıs olarak da İslam Ümmeti olarak da karnemizdir. Batı’yı suçlamakla bir yere varamayız. Ben “Bu dünden kaynaklı.” denilmesini doğru bulmuyorum. Dünden dinamitler de vardır elbette fakat bu bahane olmamalı. Peygamber Efendimiz de öyle yapsaydı o zaman. Peygamber Efendimizin de öncesi karanlıktı, şirk ve zulüm vardı. Bunlar doğru değil. Kulluk şu an yaşamakta olan kişilerle ilgili, öncesiyle değil. Tüm bunlar amel defterimize işleniyor.

Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için tekrar teşekkür ederiz. Allah bu kutlu davada muvaffak olabilmeyi ve tez vakitte zaferler kazanabilmeyi nasip eylesin inşallah.

RÖPORTAJ: Başak AZAKLI

Vesile Dergi Sayı 6

Ekim 2021