Selamünaleyküm. Recep Bey öncelikle röportaj teklifimizi kabul etmiş olduğunuz için teşekkürler. Dilerseniz ilk olarak okurlarımız için Recep BABACAN kimdir kısaca bahsedelim.
Âleyküm selam kıymetli kardeşim asıl ben teşekkür ediyorum. Ümmetin
derdiyle dertlenenlerin başımızın üzerinde yeri vardır. Bu vesileyle okuyucularınıza ve takipçilerinize en derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum. 1973 yılında İstanbul’da doğdum. İlk ve ortaöğretimimi İstanbul’da tamamladım.
Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler ve Erzurum Atatürk Üniversitesi Tarih bölümlerinden mezun oldum. Çeşitli dergi ve kitaplarda editörlük yapıyorum. Yayınlanmış 5 kitabım var. Mazlum coğrafyanın tüm yetimlerine ithafen kendimi “Osmanlı Yetimi” olarak adlandırıyorum. Özellikle Osmanlı Padişahlarının Kudüs, Mekke ve Medine’ye olan hizmetlerini işleyerek ecdadın izlerini nesillere aktarmaya çalışıyorum.
Hadrianus dönemindeki Kudüs’ten bahsedebilir misiniz?
İmparator Hadrianus Titus tarafından yıkılan, yakılan uzun yıllar kendi kaderine mahkûm edilen bir şehri yeniden imar ettiren isim. Bu güzide şehir, tarih boyunca 40’tan fazla kez el değiştirmiş, 50’den fazla muhasara edilmiş, 20’den fazla da işgal görmüş, hırpalanmış, yakılmış, yıkılmış ama faziletinden hiçbir şey kaybetmemiş bir şehir Kudüs. Hadrianus Roma İmparatorluğunu 96 ve 180 yılları arasında yürütmüş kendi tabirleri ile “Beş iyi imparator” diye adlandırılan imparatorların üçüncüsüdür. 117
ve 138 yılları arasında yaşamış bir Roma İmparatorudur. Kendisinden önceki krallar tarafından yakılan ve yıkılan Kudüs’ü ziyaret ettiği bir tarihte bu güzide şehrin Roma mimarisine uygun olarak yeniden imar edilmesini emretmiştir. Yahudiler ilk başta Hadrianus’a inanmışlarsa
da Kralın Jüpiter tapınağını yaptırmak istediğini öğrenince ona karşı isyana
başlamışlardır. Tarihte Roma İmparatorluğuna karşı yapılmış üçüncü Yahudi Roma savaşı ya da ayaklanması başlamıştır. Mesih vari özellikleri bulunan Şimon Bar Kohba bu ayaklanmanın lideri olmuş ve ayaklanma sonucunda o dönemki ismi Yahudiye olan ve sonrasında Suriye Filistin’i olarak adı değiştirilen ve nihayetinde iki yıl süre ile bağımsız bir devlet kurulması başarılmış olsa da Yahudilerin 9 ay bayramı hariç Kudüs’e girmelerini yasaklamıştır. İsa’yı mesih olarak kabul eden Yahudiler Bar Kohba ayaklanmasını desteklememiş ve Yahudilerin de Kudüs’e girişi yasaklanmıştır.
İmparator Konstantin’in annesi Helena’nın Kudüs’te yaptırmış olduğu yapılardan ve bu yapıları yaptırmış olmasının sebeplerinden bahsedebilir misiniz?
Bizans dönemi incelendiğinde farklı perspektiften ünlü imparatoriçeleri olmuştur. Bizans’ın ilk meşhur kadını, I. Konstantin’in annesi imparatoriçe ve Azize Helena idi. Helena farklı. Bir imparatoriçeden. Kudüs’e yaptığı hac ziyareti sırasında Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiği Haçı ve çarmıha gerilmede kullanılan mıhları bulduğu bilinmektedir. Haçı bulduğu yere “Kutsal Kabir Kilisesi” isimli bir kilise inşa ettirmiştir. Hazreti İsa’nın
çarmıha gerildiği Haçtan üç parça alır. Birinci parçasını Kudüs’te bırakır, ikinci parçayı ise Konstantinopolis’e en nihayetinde ise üçüncü parçayı da Roma’ya getirir. Roma’daki bulunan parça Santa Maria Di Gerusalemme Kilise’nde bulunmaktadır. Hristiyanlık tarihinde ilk haç İmparatoriçe Helena ile başlamış ve Hristiyanlığın sembolü haline gelmiştir. Hancı kızı Helena’nın doğurduğu 1. Konstantin, Roma İmparatorluğu’nun pağan inanışlarından sıyrılıp tek tanrılı dine geçişini sağlayan kişidir.
Hz. Ömer dönemindeki Kudüs’ten ve Hz. Ömer’in Emannamesinden bilhassa emannamede yer almakta olduğu söylenilen Kudüs’e Yahudileri almamaya yönelik karardan da bahsedebilir misiniz?
Mescid-i Aksa’nın Müslümanların ilk kıblesi olması ve Hz. Peygamber’in Miraç hadisesinde Mescid-i Aksa’ya gitmesi bu aziz şehri önemli kılıyordu. 638 yılında Kudüs İslam orduları tarafından kuşatıldı. Hristiyanlar şehri savunmaya çalıştı fakat destek kuvvetlerinin geldiğini öğrenince barış talebinde bulundu ve şehri teslim etmek için halife Hz. Ömer’in bizzat
gelip teslim almasını şart koştu. Yaptığı istişareler sonrası bu şartı kabul eden Hz. Ömer, muhacir ve Ensarlardan oluşan küçük bir kafileyle yola çıktı. Halifeyi görmek için halk yollara döküldü. Hz. Ömer, Suriye’nin Cabiye bölgesinde Halid bin Velid ve Ebu Süfyan tarafından karşılandı. Antlaşma şartları bu şehirde hazırlanırken Hz. Ömer Kudüs kapılarında Ebu Ubeyde ve diğer komutanlar tarafından karşılandı. Hz. Ömer, her üç semavi din tarafından kutsal olan Kudüs’e görkemli bir merasimle değil
tevazu ile girdi, şehirde ilk olarak Mescid-i Aksa’yı ziyaret edip Hz. Davud’un mihrabında dua etti. Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir daha ezan okumayan Bilal-i Habeşi’yi çağırarak ezan okuması ricasında bulundu. Bilal-i Habeşi, Halifenin hatırı ve Kudüs’ün fethi dolayısıyla bu emri bir defaya mahsus olarak yerine getirdi.
Bilal-i Habeşi’nin okuduğu ezan Halifeyi ve sahabeleri ağlattı. Hz. Ömer, Müslümanlar için önemli olan Mescid-i Aksa’da cuma namazı kıldıktan
sonra biri bütün Kudüslülere ve biri de Hristiyanlara olmak üzere iki ferman verdi Hz. Ömer Kudüs’e gelince, başta Kudüs patriği Sophronios olmak üzere şehir halkının temsilcileri verdikleri sözü tutup onun huzurunda toplandılar. Hz. Ömer onlarla bir anlaşma yaptı. Onlara vereceği emannâmeyi bizzat kendisi yazdı. Hz. Ömer’in Kudüs Emanname’sini burada paylaşmak lazım. Adaleti ve yönetimi ile
İslam tarihimizin muzaffer isimlerinden olan Hazreti Ömer’in Kudüs Emannamesi şöyledir.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Bu sözleşme, müminlerin emiri ve Allah’ın kulu Ömer tarafından İliya halkına verilen bir emandır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, yerleşik ve göçebe olan bütün fertlerine verilen bir teminattır. Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir. İçindeki kutsal eşyalara dokunulmayacaktır. Mallarına el sürülmeyecektir. Kimse dinî inançlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine asla zarar
gelmeyecek ve yurtlarına Yahudiler iskân olunmayacaktır. Buna karşılık onlar da cizye vereceklerdir. Bunlardan kim yurdunu terk etmek isterse,
gideceği yere kadar mal ve can emniyeti sağlanacaktır. Yurdunda kalmak isteyenler ise, güvende olacaklardır ve cizye vereceklerdir. Dileyen Rumlarla gidecek, dileyen de toprağına dönecektir. Hasat elde edinceye kadar onlardan bir şey istenmeyecektir. Bu, Allah’ın Resulü ‘nün, halifelerin ve müminlerin Kudüs halkına verdiği güvenlik ahdidir. Cizye ödedikleri müddetçe geçerlidir
Şahitler: Halid bin Velid, Amr bin As, Abdurrahman bin Avf ve Mu’aviye bin Ebi Süfyan, hicri 15 yılında hazırlandı ve yazıldı.”
Emannâme metninde Yahudiler’in Kudüs’te iskân edilmeyeceği şeklindeki cümle, metnin aslından olmayıp sanki sonradan eklenmiş bir cümle gibi gözükmektedir. Çünkü anlaşmadan sonraki gelişmeler böyle bir uygulamayı değil tam tersini göstermektedir. Ayrıca eğer Yahudiler’in bölgede iskân edilmemesi ile ilgili böyle bir şart emannâmede olsaydı, koyu bir Hıristiyan olan İskenderiyye patriği İbnü’l-Bıtrîk (ö.328/940) eserine aldığı Kudüslüler’e verilen eman metninde böyle bir şartı zikretmeyi asla ihmal etmezdi.
Bunun yanında Hz. Ömer böyle bir uygulama yapmış olsaydı Yahudi tarihçilerin ona karşı tavrı katı ve sert olurdu. Halbuki Yahudi kroniklerinin (mesela XVII. asır Yahudi yazarlardan Sambari’nin kroniğinde) Hz. Ömer’e karşı gayet ılımlı ve sempatik bir tavra sahip oldukları bilinmektedir. Çünkü Yahudi kroniklerinde Hz. Ömer’in Kudüs’teki Süleyman Mabedinin bulunduğu tepeyi temizletip eski işlevine kavuşturmasının yanında Yahudiler’in şehre rahat girip çıkma ve hatta yerleşmelerine imkân tanıdığı belirtilmektedir. Bu kroniklerin hiçbirinde haklı olarak İslâm fetihlerine kadar Kudüs’te (Yeruşalayim) Yahudi olduğuna dair herhangi bir bilgi mevcut olmayıp İslâm fetihlerine kadar onlar Kudüs’e senede yalnız bir defa girebiliyorken, İslâm fethiyle beş yüz yıldır onlara uygulanan bu yasak kaldırılmıştır. Onların verdiği bilgiye göre bundan sonra onlar Kudüs’e yerleşmeye, ibadet ve bayramlarını rahatça kutlamaya başlamışlardır. Nitekim X. asır Karaî âlimlerinden Daniel Kûmisî kitabında, İslâm fetihlerine kadar Bizans tarafından Yahudiler’in Filistin topraklarında rahat yüzü görmediklerini, Müslümanların bölgeyi ele geçirmeleri ile beraber Yahudiler’in Kudüs’e girme ve orada yerleşmesine izin verdiklerini, hatta onlara müstakil bir mahalle tahsis ettiklerini ve o günden itibaren dünyanın pek çok yerinden Yahudi’nin ibadet ve ilim için
Kudüs’e gelip gitmeye ve yerleşmeye başladığından bahsetmektedir.
Hz. Ömer’in bu doğrultuda Taberiyye’den getirttiği 70 veya 100 Yahudi aileyi şehrin güneyindeki bu mahalleye yerleştirdiği de kroniklerde belirtilir. Neticede Bizans İmparatorları’nın kendi dindaşlarına karşı bile sergilediği hoşgörüsüzlüğünün tersine İslâm’ın gelişi Yahudiler ve “sapkın” denilen Hristiyanlar, yani işgalci ve baskıcı Bizans dışında- Hıristiyan bölge halkının hemen hemen tamamı için bir kurtuluştu. Müslümanların mağlup bir durumda olan Hristiyanlara ve asırlardır Kudüs’e giremeyen Yahudiler’e şimdiye kadar galiplerin yaptığının tersine insanca muamele
etmesi bu toprakların kutsallığının teminatı olmuştur.
Abdülmelik Bin Mervan dönemindeki Kudüs’ten ve Kubbet’üs-Sahra’nın inşasından bahsedebilir misiniz biraz?
Emevî devletinin beşinci halîfesidir. Künyesi Ebu’l-Velîd, lakabı Ebu’l-Muluk’dur. 646 yılında (hicri 24) Medîne ’de doğmuştur. 705 yılında Şam’da (Dimaşk) cüzzam hastalığından vefat etmiştir. Babası Mervân bin Hakem, Emevî halîfelerinin dördüncüsü olup, Hz. Osman’ın amcasının oğlu, damadı
ve başkatibi idi. Annesi tabiin olan ve Ebu Hureyre’den, Cabir bin Abdullah’dan, Ebu Sa’id-i Hudri’den ve diğer sahabeden hadîs-i
şerîf dinleyip aktaran Aişe binti Muaviye idi. Mescid-i Aksa ile sık sık karıştırılan Kubbet’üs-Sahra, Aksa’daki 15 musalladan biridir. Sekizgen yapısı ve altın kubbesiyle dikkat çeken yapı 7. yy’da inşa edildikten
sonra çok defa restore edilmiş, eklemeler yapılmıştır. Osmanlı döneminde de önemli değişimler yaşayan yapı, hali hazırdaki haline de yine Osmanlı döneminde kavuşmuştur. Musalla, Mescid-i Aksa’nın en yüksek yerinde inşa edilmiş olup içersindeki devasa kayayla da bilinmektedir. İşlemleri ve
mimarisindeki nerdeyse her detayın bir anlamı olan yapının özellikle iç duvarlarını süsleyen çinileri dikkat çekmektedir. Kubbetü’s-sahre’nin inşasına 66 (685-86) yılında Abdülmelik b. Mervân’ın görevlendirdiği Recâ b. Hayve ile Yezîd b. Sellâm tarafından başlanmış, inşaat 72’de (691) tamamlanmıştır. Daha sonra Abbâsî Halifesi Me’mûn, 126 m. uzunluğunda lâcivert zemin üzerine altın yaldızlı kûfî mozaik kitâbedeki Abdülmelik’in adını sildirerek yerine kendi adını yazdırmışsa da 72 tarihini olduğu gibi bırakmıştır. Orta sekizgenin dış frizinde mozaik kûfî hatla yazılmış yazı kuşağında besmele, Kelime-i tevhid Hz. Peygamber’e salavat ile ilgili Ahzâb sûresinin 56. âyeti, İsrâ sûresinin 111. âyeti, İhlâs sûresi ve binanın yapımıyla ilgili kitâbe, iç frizinde ise Hz. Îsâ’ya salât, teslisi ve hristiyan inancını reddeden Âl-i İmrân sûresinin 18-19, 51. ve Ahzâb sûresinin 56.
âyetleriyle Ehl-i kitaba dinde aşırı gitmemelerini ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyler söylememelerini emreden Nisâ sûresinin 171-172. âyetleri yer almaktadır. Üst pencerelerin kenarlarını süsleyen çiniler Kanuni Sultan Süleyman dönemine aittir. Tamirler sırasında rastlanan kalıntılardan buraların daha önce mozaikle kaplı olduğu anlaşılmıştır. Siperliğin üst
kısmında sülüs hatla yazılmış Yâsîn sûresini içeren çini bir yazı kuşağı bulunur; kitâbesinde 1293 (1876) tarihi ve Hattat Mehmet Şefik ismi okunmaktadır.
Siperliğin hemen altına her duvarda pencere aralarına gelecek şekilde altışar çörten yerleştirilmiştir. Dış sekizgenin ana yönlere gelen duvarlarına, üstlerinde birer pencere bulunan 2,80 m. genişliğinde ve 4,30 m. yüksekliğinde dört kapı açılmıştır. Bunların adları kuzeyden itibaren sırasıyla Bâbü’lcenne, Bâbü’s-silsile (Bâbü İsrâfîl, Bâbü’nnebî Dâvûd), Bâbü’l-kıble ve Bâbü’l-garb’dır. Diğer kapılardan farklı olan kıble kapısında
duvara paralel şekilde dizilen sekiz sütun üzerine oturtulmuş bir saçak bulunmaktadır. Bu kapıdan girince sağda kıble duvarı üzerine yerleştirilmiş bir mihrap ve kapının karşısında orta dairenin kenarında mermer direkler üzerine oturtulmuş müezzin mahfeli (dikke) yer almaktadır.
Kubbetus-sahre, Kudüs’ün Haçlılar tarafından işgali sırasında Templum Domini adıyla kiliseye çevrildi ve çeşitli değişiklikler gördü. Haçlılar sahre üzerine sunak inşa ettiler; binanın içine ve sahrenin altındaki mağaraya ikonlar koydular; kubbedeki alemin yerine büyük bir haç diktiler; binanın kuzey kısmına hristiyan vâizler için hücreler ilâve ettiler. Haçlılar sahreye karşı aşırı bir saygı gösterdiler; bazen ondan bir parça alıp memleketlerine götürüyor, kiliselerinde rölik olarak saklıyorlardı; bazen da din adamları
ondan parça koparıp ağırlığınca altın karşılığında satıyorlardı. Haçlı kralları bunun önüne geçmek için sahrenin üzerini mermer kaplattılar. Daha sonra Kudüs’ü yeniden fetheden Selahattin’i Eyyubi bu mermerleri ve sahrenin etrafındaki demir ızgaralar dışında Haçlılardan kalan her şeyi kaldırdı. Kubbetü’s-sahre, tarihi boyunca bölgeye hâkim olan hemen her hükümdardan büyük ilgi ve saygı görmüş, özenle tamir ettirilmiştir. Bilhassa Eyyübi Sultanları kendi elleriyle sahrenin tozunu alır, mescidi süpürür ve gül suyu ile yıkarlardı. Bunlardan El Melikül Aziz’in Osman sahrenin etrafına ahşap bir korkuluk yaptırdı.
Osmanlılar zamanında Kânûnî Sultan Süleyman tarafından çok köklü biçimde tamir ettirilmiş ve harap olan dış mozaik kaplama çinilerle değiştirilerek pencerelere alçı revzenler yerleştirilmiştir. İmar faaliyeti III. Murad, I. Abdülhamid, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid tarafından da devam ettirilmiş, özellikle II. Abdülhamid büyük masraflarla zemine değerli İran halıları döşetmiş, ortaya görkemli bir kristal avize astırmış ve eskiyen çinileri yeniletmiştir. 1948 Eylül ve Ekim aylarında atılan bombalardan kuzeybatı pencereleri zarar gören Kubbetü’s-sahre, bugün de zaman zaman Filistinlilerle İsrail askerlerinin çatışmaları sırasında tehlikeli durumlara düşmektedir.
“Kudüs” isminin ilk defa Abbasiler döneminde kullanılmış olduğu ve para basımında ilk defa resmi bir şekilde belirtilmiş olduğu kaynaklarda yer alıyor. Bu konuda bize biraz bilgi verir misiniz, Kudüs
ismi kullanılmadan evvel hangi isim yahut isimler kullanılmaktaydı?
Müslümanlar da şehre çeşitli isimler vermiş olup bunların başında “bereket, mübarek olmak” anlamına gelen Kudüs yer almaktadır. Şehrin en yaygın adı olan kudüs kelimesi Ârâmîce kudşadan gelmektedir ve bu kelime şehri değil mâbedi ifade etmektedir.
10. yüzyılın başında Karâî bilginler Kudüs şehrini Beytülmakdis, mâbedin bulunduğu alanı da Kuds diye adlandırmaktaydılar. İbrânîce’nin yerine Ârâmîce’nin geçtiği XI. yüzyıla ait mektuplarda Kudüs şehrine “’İr hakkodeş” deniyordu ki bunu “kutsal şehir” yerine “mâbed şehri” diye tercüme etmek daha doğrudu. Müslümanların kullandığı İliya ismi Romalılar’ın şehre verdikleri Aelia isminin Arapçalaşmış şeklidir. İslâmî
kaynaklarda “İliyâ medînetü beyti’l-makdis” şeklinde de geçmekte ve kısaca İliyâ veya Beytülmakdis (Beytülmukaddes) denilmektedir. Aslı Ârâmîce Beth makdeşa, İbrânîce Beth ha-mikdaş olan Beytülmakdis başlangıçta
mâbedi ifade ederken zamanla şehrin tamamı için kullanılmış, mâbedin alanı ise “harem” diye adlandırılmıştır. Kur’an’da Kudüs ismi geçmediği gibi İslâm kaynaklarında bu şehrin adı olarak zikredilen diğer isimlere de rastlanmamaktadır. Ancak müfessirler, Kur’an’daki “el-Mescidü’l-Aksâ ,“
mübevvee sıdk” ve “el-arzü’l-mukaddese” gibi tabirlerle ya Kudüs’teki Beytülmukaddes’in ya da genellikle söz konusu şehrin de içinde bulunduğu Filistin topraklarının kastedildiğini belirtmişlerdir. Yahudi dinî literatüründen Midraş Tehillim’de Kudüs’ün yetmiş isminden bahsedilmektedir.
İşgal altındaki Filistin toprakları ile ilgili en sık kullanılmakta olan ifadelerden bir tanesi de Selahattin Eyyubi’nin hayatta olması halinde böyle bir işgalin söz konusu olamayacağına dair. Buna istinaden Selahattin Eyyubi kimdir bize bu konuda biraz bilgi verebilir misiniz?
Kudüs’ü prangalarından kurtaran komutan Selahaddin Eyyubi, 1138’de Irak’ın Tikrit şehrinde dünyaya geldi. Genç yaşlarında Büyük Selçuklular’ın Halep Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi’nin komutanlarından olan amcası Esedüddin Şirkuh’un hizmetine girdi. Amcasıyla 3 defa Mısır’a sefere çıkan Selahaddin Eyyubi, hem Fatimilerle hem de Haçlılara karşı mücadele etti. Amcasının Mısır veziri olmasından kısa süre sonra hayatını kaybetmesinin ardından Selahaddin Eyyubi, 1169’da amcasının yerine geçti. Selahaddin Eyyubi, daha sonra Mısır’da hüküm süren Fatimi devletini ortadan kaldırarak 1171’de Eyyubiler devletini kurdu. “Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki” Kudüs’ü fethinden önceki hayatı hakkında birçok menkıbe bulunan Sultan Selahaddin, kutsal şehri Haçlıların esaretinden
kurtarmayı planlıyordu. “Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim
ki” sözüyle hafızalara kazınan Selahaddin Eyyubi, Eyyubiler devletini kurduktan sonra kutsal şehirdeki işgale son vermek için
harekete geçti. Birinci Haçlı Seferi sonucunda kurulan ve kutsal şehri işgal altında tutan Kudüs Krallığı ordusu ile Selahaddin Eyyubi’nin
komutasındaki İslam ordusu, 4 Temmuz 1187’de bugün İsrail’in kuzeyinde yer alan Taberiye Gölü yakınlarında karşı karşıya geldi. Tarihte “Hittin Savaşı” olarak bilinen muharebeyi Selahaddin Eyyubi’nin askeri dehası sayesinde İslam ordusu kazandı. Kudüs Krallığının askeri gücünün büyük
ölçüde yok edildiği Hittin Savaşı, Kudüs’ün fethinin de yolunu açtı. Sultan Selahaddin’in ordusu, elde ettiği büyük zaferin ardından Nablus, Akka ve Yafa gibi şehirleri de fethetti. Aldığı ağır yenilgi sebebiyle Kudüs Krallığı Eyyubilere karşı işgal ettiği toprakları koruyamıyor, kutsal şehir Kudüs’ün fethi her geçen gün daha da yaklaşıyordu. Selahaddin Eyyubi komutasındaki ordu, Hittin zaferinden yaklaşık 2,5 ay sonra, 20 Eylül 1187’de işgal altındaki Kudüs’ü kuşattı. Kudüs aşığı Sultan Selahaddin, kuşatma sırasında şehre zarar gelmesini önlemek için büyük özen gösterdi. Ünlü komutanın Kudüs’ü korumak için kuşatma sırasında, “Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum.” ifadelerini kullandığı rivayet edilir.
Kuşatmayı kıramayan Kudüs’ün işgalci komutanı İbelinli Balian’ın 12 Ekim 1187’de şehri Eyyubilere teslim etmesiyle Kudüs’teki 88 yıllık Haçlı işgal sona erdi. Kudüs’ün fethi İslam aleminde sevinçle karşılanırken, Vatikan ve Hristiyan aleminde şoka neden oldu. Haçlılarca tahrip edilen Mescid-i Aksa’yı kendi elleriyle süpüren ve gül yağıyla yıkatan Selahaddin Eyyubi, Harem-i Şerif’i Hristiyanlara ait sembollerden arındırdı. Fethin ardından Kubbetü’s Sahra’daki haçın indirilmesinin ardından 88 yıl boyunca duyulmayan ezan sesi tekrar şehrin semalarında yankılanmaya başladı.
Selahattin Eyyubi döneminde halep işi olarak bilinen ve hususi olarak yaptırılmış olan minberin bir sabotaj sonucu yakıldığı bilinmekte. Bu minberim manevi anlamını ve bu sabotajın kimler tarafından yapıldığını anlatabilir misiniz biraz?
Bu minber ‘Selâhaddin Eyyubî Minberi’ adıyla da bilinir. Nureddin Zengî, Medine’yi fethettikten sonra 1168 yılında Mescid-i Aksa’ya konulması için bir minber yaptırdı. Minber 12.000 parçadan kündekârî tekniğiyle bir araya getirildi. Üzerinde Kur’an ayetlerinin ve tarihî kitabelerin yer aldığı minber bir sanat şaheseri olarak yapıldı. 20 yıl Halep’te bekleyen minber Selâhaddin Eyyubî’nin Kudüs’ü fethinin ardından 1187 yılında Halep’ten getirilerek Mescid-i Aksa’ya orta mihrabın sağ tarafına yerleştirildi. Demek ki, gerçekçi ve büyük hedefler, onu gerçekleştirecek insanları da buluyor. Bu çok değerli minber, 21 Ağustos 1969 Perşembe günü sabahı İsrailli yahudilerce ateşe verildi. Minber büyük hasar gördü. Ürdün hükûmeti minberin bir benzerini yaptırarak aynı yere koydurttu. Anlatılır ki; Yangının olduğu gece işgalci İsrail’in ilk, dünyanın da üçüncü kadın başbakanı olan Golda Meir şunları söylüyordu: “O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannediyordum ki, Müslümanlar dört bir taraftan İsrail’e girecekler. Lakin sabah oldu ve korkulan olmadı. İşte o zaman anladım ki; biz dilediğimizi yapabiliriz, zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.”
Şu an işgal altında olan Şeyh Cerrah Mahallesi’nin gerek ismi itibariyle gerek geçirmiş olduğu tarihi süreçleri itibariyle önemli bir mahalle olduğunu biliyoruz. Şeyh Cerrah ile Selahattin Eyyubi ilişkisini ve mahallenin geçirmiş olduğu tarihi süreçleri kısaca anlatabilir misiniz?
Tarihi mahallede adını Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi’nin doktoru Husameddin bin Şerafeddin İsa el-Cerrahi’den alan bir zaviye ve onun yanına inşa edilmiş bir cami bulunuyor. Doğu Kudüs’te Filistinlilerin yaşadığı bölgeden mahalleye geçişte Şeyh Cerrah Camisinden yükselen minare dikkati çekiyor. Camii Selahaddin Eyyubi’nin doktoru Husameddin bin Şerafeddin İsa elCerrahi’nin türbesinin yanına 1895 yılında inşa edildi. Mahalleye adını veren Selahaddin Eyyubi’nin komutanlarından Husameddin bin Şerafeddin İsa el-Cerrahi, 1201 yılında vefatının ardından bu zaviyeye gömüldü Şeyh Cerrah’ı ele geçirdiklerinde, Kudüs Nablus yolunun kontrolünü sağlayarak Kudüs’ün Arap bölgesiyle Filistin’in kuzeyi
arasındaki bağlantıyı tamamen koparma hedeflenmektedir.
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Kubbet’ü Sahra’da çıkan büyük yangın sonucunda kurulmuş olduğu bilgisi kaynaklarda yer almakta. Amacına bakıldığında ise İslam devletlerinin menfaatlerini korumak ve birliğini sağlamak için kurulduğunu görmemiz mümkün. Sizce günümüzde İslam İşbirliği Teşkilatı özgürce kararlar alabiliyor mu ve kuruluş amacına gerçekten hizmet edebiliyor mu?
İslam İş Birliği Teşkilatı bırakın Filistin’in kaybedilen haklarının iadesini ve özgür Kudüs’ün inşanı kuruluş felsefesinden, amaç ve ilkelerinden saparak, siyonist devlet tarafından Filistin topraklarının daha da işgal edilmesi, ilhak edilmesi, Birleşik Kudüs’ün israile başkent ilan edilmesi, Müslüman mahallelerinin boşaltılarak Yahudilerin yerleştirilmesi, Mescid-i Aksa’nın altına tünellerin kazılması ve hatta Mescid-i Aksa’nın israil güvenlik güçlerince yönetimine el konulması, Müslümanların ibadetlerine engel olunması karşısında yaptığı olağan ve olağanüstü toplantılarında kınamanın ötesinde bir karar alamayarak konumunu acziyet içinde devam
ettirmektedir.
Şimdide Ramazan ayı başından itibaren israil güvenlik güçleri tarafından Doğu Kudüs Şeyh Cerrah Mahallesindeki Müslümanların meskenlerinden hukuksuz bir şekilde zorla çıkarılmasına direnen Müslümanlara israil
güvenlik güçlerinin silahlı saldırıları ile başlayıp, 7 Mayıs 2001 Cuma günü Mescid-i Aksa baskını ve 10 Mayıs 2021 Gazze ile aralıksız devam eden ve 61’i çocuk, 36’ı kadın olmak üzere 212 Gazze’linin öldürüldüğü, 1400’den fazlasının yaralandığı, meskenlerin, hastanelerin, su şebekelerinin,
okulların vurulduğu siyonist saldırı Müslüman ülke haklarının ve sivil toplum kuruluşlarının tepkilerine rağmen acımasız bir şekilde sürdürülmektedir. Gelinen noktadaİslam İşbirliği Teşkilatına üye ülkeler; içeride din kardeşleri ile, dışarıda teşkilata üye ülkelerin birbirleri ile savaşmaları yüzünden İslam dünyasının hak ve çıkarlarını korumak, devletler arasında dayanışmayı sağlamak şöyle dursun ne kendilerine karşı yapılan dış müdahaleleri önleyebilecek ruhu, ne de kendi içlerinde cereyan eden iç çatışmalara karşı sulhu sağlayabilecek güçleri kalmıştır. Filistin’in, Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın israil tarafından saldırısına, işgaline, ilhakına, zulüm ve işkencelerine engel olmak amacıyla kurulan İslam İşbirliği Teşkilatı olağanüstü ve zirve toplantılarında kınamanın ötesine geçmeyen
kararları ile dostlarını hayal kırıklığına uğratır, düşmanlarına ise cesaret verir konuma gelmiştir. İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye ülkelerinin böylesine zillet ve acziyet içine düşmelerinin sebebi kuruluş amaçlarını terk ederek, inanç değerlerinden, İslam kardeşliğinden uzaklaşmaları, birbirleri ile çatışmaları hatta savaşmalarıdır.
Kral Faysal’ın Kudüs konusundaki tutumlarından, meşhur petrol krizinden ve kendisine düzenlenmiş olan suikastten biraz bahsedebilir misiniz ?
Suudi Kralı Faysal; ‘Biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşadık; yine öyle yaşayacağız!’ diyerek diğer Arap ülkelerini de yanına almak suretiyle ABD ve Batı ülkelerinin tavrına petrol ambargosu ile karşılık vermiştir. Ambargo ile beraber uluslararası çapta büyük bir enerji krizi baş gösterince ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger Suudi Arabistan Kral’ı Faysalı ziyarete gelmiş, ziyaret esnasında Kissinger, söze espri ile başlayarak; ‘Uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz,
uluslararası fiyattan ücretini vermeye hazırız.’ ifadesini kullanmıştır.
Kral Faysal bu espriye sert bir bakışla; ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksâ’da iki rekât namaz kılmaktır! Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?’ cevabını vermiştir. Kudüs aşığı olan ve ölümüne kadar hem İslâmî hem de siyasi açıdan birbirinden önemli kararların altına imza atan Kral Faysal, 25 Mart 1975’te sarayında Yeğeni Faysal bin Musaid tarafından bir suikast sonucu öldürülmüş, böylelikle Suudi Arabistan’ın Kudüs aşkı Kral Faysal ile birlikte sona ermiştir
9 Nisan 1948 gecesi gerçekleştirilmiş olan ve Dair Yasin Katliamı olarak tarihe geçmiş olan 107 kişinin katledildiği olayla ve sonrasında yaşananlarla ilgili bilgi verebilir misiniz? Sizce bugün dünyanın üç maymunu oynuyor oluşundaki sebeplerden bir tanesi de bu katliamın dünya kamuoyuna abartılarak aktarılmış olması olabilir mi?
9 Nisan 1948 sabahının ilk saatlerinde, Menahem Begin tarafından yönetilen Irgun komandoları ve Lehi çeteleri, ana Yahudi örgütü olan Haganah’ın içinden küçük seçkin bir birimin yardımıyla, Kudüs’ün batısındaki Deir Yasin köyüne bir saldırı düzenledi. Aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yaklaşık 107 Filistinli katledildi. Katliamın savunucuları, bu saldırının, Batı Kudüs’teki kuşatmayı kırmak için gerçekleştirildiğini ve Deir Yasin’in sessiz sakin bir köy değil, ürkütücü silahlarla donanmış bir Arap karakol noktası olduğunu iddia ettiler.
Diğerleriyse, saldırı zamanında Deir Yasin’in huzur dolu bir köy olduğunu, komşu Yahudi yerleşimi Givat Şaul’le saldırmazlık anlaşması imzaladığını ve bahsi geçen “ürkütücü” silahların birkaç eski Türk tüfeğiyle iki makineli tüfekten ibaret olduğunu ifade ettiler. Kara bir leke Yahudi liderler saldırıyı kınamakta gecikmedi. Başbakan David Ben Gurion, Ürdün Kralı Abdullah’a taziyelerini iletirken, Yahudi teolog ve filozof Martin Buber saldırıyı, “Yahudi ulusunun onuruna sürülen kara bir leke” ve “hiçbir pratik askeri gereksinimlerin bu tür katliamları haklı göstermeye yetmeyeceğine ilişkin Yahudiler’e yapılmış bir ikaz” olarak tanımladı. Öte yandan, 1952 tarihinde
yayınlanan anılarında Menahem Begin, “Deir Yasin olmasaydı ortada bir İsrail olmayacağını” ve bu saldırıdan sonra Siyonist güçlerin “tereyağı üzerinde sıcak bir bıçağın kayışı gibi” ileriye gidebildiğini söylemektedir. Daha sonra, aldığı tavsiyelerin ışığında, bu cümleleri sonraki baskılardan çıkardı. Deir Yasin sadece, o zamandan beri süren ve artık kimsenin sırasını takip edemediği bir şiddet ve karşışiddet döngüsü yarattığı için değil.
Köy bir yıl içinde, Polonya’dan, Romanya’dan ve Slovakya’dan gelen Ortodoks Yahudilerle dolduruldu, mezarlığı yerle bir edildi ve ismi haritalardan silindi. İsrail resmi tarihi, 1948’de Filistinliler’in topraklarını terkedip gittiklerini yazıyor. Deir Yasin bunun sebebini ortaya koyuyor: İsrailli düzeltmeci tarihçi Benny Morris, Filistinliler’in kaçışını hızlandıran tek olayın bu katliam olduğunu belirtmekte. Ne ironiktir ki, havanın açık
olduğu günlerde Nazi Soykırımı Anıt Müzesi Yad Vaşem’den Deir Yasin görünmektedir. Sizin de belirttiğiniz gibi dünya üç maymunu oynamaya devam etmektedir.
Ürdün’ün Tampon Bölge olarak kullanıldığı ve bu sebeple tarihte yaşanan büyük olaylardan etkilenmediği (Arap Baharı vs.) öne sürülmekte. Bu doğru mu ve sizce Ürdün’ün Tampon Bölge olmasının avantajları ve dezavantajları nelerdir?
1948 savaşından sonra Batı Şeria bölgesini ilhak eden ve burayı 1967 savaşı ile İsrail işgaline bırakan Ürdün’ün Filistin politikasının temelde iki devletli çözümden yana olduğu söylenebilir. Bu politika temelde Doğu Kudüs’ün başkent olduğu ve 1967 sınırlarında Bağımsız Filistin devleti anlayışını
barındırmaktadır. Dolayısı ile bu bölgelerde sınırı bulunan ve ilhak kararından en az Filistin kadar endişe duyan Ürdün’ün de en yüksek tonda tepki gösterdiği ve muhtemel ilhakı Ürdün ve İsrail arasında 1994’te
imzalanan barış anlaşmasına aykırı olarak değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Dolayısı ile İsrail’in Ürdün Vadisi’ni de içeren Batı Şeria ilhak planları karşısında tüm seçenekleri açık bıraktığını ilan eden Ürdün Kralı II. Abdullah, olası bir ilhakın İsrail ile arasındaki barış anlaşmaları ve gaz mutabakatları gibi süreçlere zarar vereceğini ve iki ülkeyi çatışma noktasına sürükleyebileceğini belirtmiştir. Batı’nın bölgedeki önemli
müttefiklerinden ve İsrail ile barış anlaşması imzalayan 2 Arap devletten biri olan Ürdün’ün bu çıkışı meselenin boyutlarını göstermektedir. İlhak girişimini iki devletli çözümün ve Filistin devletinin varlığının bitişi olarak yorumlayan Ürdün, böylesi bir senaryoyu sadece stratejik tehdit olarak
değil yaşamsal kaygı olarak değerlendirmektedir. Bu çerçevede Trump’ın planını reddeden ve AB’yi daha aktif olması konusunda teşvik eden Ürdün Kralı II. Abdullah, Temmuz’daki olası ilhakın Ürdün’ü de içeren çatışmalara yol açabileceğine dikkat çekmiştir.
Söz konusu ilhak girişiminin aynı zamanda Filistin ve Ürdün arasındaki sınır etkileşimini yok edeceğini ve İsrail tehdidini daha yoğun şekilde Ürdün topraklarına taşıyacağını düşündüğümüzde Ürdün’ün Batı Şeria merkezli Filistin devletini aynı zamanda stratejik bir tampon alan olarak değerlendirdiği söylenebilir. Meselenin iç siyasi boyutunda ise Ürdün’de önemli bir Filistin nüfusu olduğu ve İsrail’in ilhak girişimlerine karşı olan güçlü muhalefetin Ürdün siyasetinde yer aldığı ifade edilebilir. Dolayısı ile Ürdün Kralı bir taraftan Batı ve İsrail ile olan statükoya zarar vermek istememekte diğer taraftan Ürdün içerisindeki Filistinli nüfusun ve İsrail ile
anlaşmalara karşı olan siyasi oluşumların taleplerini dikkate almak durumunda kalmaktadır. Sonuç olarak “Yüzyılın Planı” ile ilgili son dönem gelişmelerini dikkate aldığımızda İsrail’in mevcut ulusal, bölgesel ve küresel bağlamı hukuksuz ve işgal temelli yayılmacı girişimlerini uygulamaya koymak amacı ile değerlendirdiği söylenebilir. Diğer taraftan Ürdün ve Filistin yönetimi tarafından yapılan açıklamalar, İsrail açısından avantaj olarak değerlendirilen bu gelişmelerin bölgede barış ve güvenliği sağlamaktan ziyade yeni çatışma dinamiklerini harekete geçirebileceğine işaret etmektedir
Kral Abdullah’ın İsrail devletini kurmak için siyonistlerle bağlantı kurmuş olan ilk kral olduğu belirtilmekte. Bu doğru mu ve siyonistlerin İsrail devletini kurma planları tarihte ilk hangi hükümdar ile işbirliği yaparak harekete geçişmiştir?
Filistin’in kaderini bir yerde Abdullah’ın Büyük Suriye ideali ile İngiltere ve
Siyonistlerin Yahudi milli yurdu projesinin belirlediği söylenebilir. İngiltere ulusal haklarını tanımadığı Filistinlilerin bağımsızlık mücadelesini bastırırken, Siyonistler Yahudi göçlerini ve toprak alımlarını organize ederek Filistin topraklarını sistemli şekilde ele geçirme politikası uygulamış, Ürdün ise Ürdün’ün Filistin olduğu iddiasıyla bağımsız Filistin devletine alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Birbiriyle bağlantılı olsun olmasın, BM taksim kararına giden yolda bu üçlünün politikaları aynı amaca hizmet etmiştir. 1947’deki taksim kararından sonra yaşanan gelişmeler Filistin’i sadece politik olarak değil, coğrafi olarak da haritadan silmiştir. 1948 Arap-İsrail Savaşı’nda Batı Şeria’yı kontrolü altına aldığında Abdullah, muhtemelen Filistinlileri İsrail karşısında ezilmekten kurtardığına ve Ürdün ile Filistin Araplarının birliğini sağladığına inanıyordu. 1950-1967 arasındaki bu birlik döneminde Ürdün nüfusunun üçte ikisi Filistinlilerden oluşmasına karşın, Filistin ulusal kimliği tanınmamış, Filistinliler Ürdün toplumunun bir parçası olarak görülmüşlerdi.
‘Ürdün Filistin’di, Filistin de Ürdün’. Batı Şeria topraklarının Ürdün egemenliğinde kalması, güvenlik tehdidi yaratmadığı sürece İsrail tarafından da tercih edilmekteydi. 1967 Savaşı’ndan sonra Filistin bağımsızlık mücadelesinin yeniden ve daha güçlü şekilde başlamasıyla, Filistin meselesi, sadece İsrail için değil, Ürdün rejimi için de ciddi bir tehdide dönüşmüştür. Haşimi rejiminin devrilmesi amacını taşıyan 1970-71 iç savaşı, ‘Ürdün Filistin’dir’ yaklaşımının Filistinliler tarafından bazı Arap ülkelerinin de desteğiyle hayata geçirilmeye çalışılmasıydı. Ürdün Filistin olduğuna göre, Haşimi rejimi yerine, Ürdün’ü Filistinliler yönetmeliydi. İsrail’deki sağcı çevreler için de Ürdün, alternatif Filistin vatanıydı. Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinliler Ürdün’e gitmeli, burada bir Filistin devleti kurulmalı, ‘tarihi ve ebedi’ Yahudi toprakları İsrail’in olmalıydı. ‘Ürdün Filistin’dir’ tezi, bir bumerang gibi Ürdün’ü vurmaktaydı. Ürdün bu nedenle, Birleşik Arap Krallığı, Ürdün-Filistin Konfederasyonu gibi önerilerle kendi kontrolünde bir Filistin devletinin tesisini amaçlamıştır. Her iki önerinin de eşitlikten ziyade, Doğu Şeria’nın üstünlüğü düşüncesine dayandığı göz ardı edilmemelidir. Haşimi rejimi değişen koşullara paralel olarak Filistin politikasını değiştirmekte, ancak temeldeki yaklaşımını,
yani Filistin probleminde rolünü sürdürme ve rejimin istikrarını koruma amacını değiştirmemektedir. Bağımsız Filistin devleti, Ürdün rejimine tehdit olmayı sürdürmekte, bağımsızlığın sağlanamaması ise alternatif vatan düşüncesini gündemde tutmaktadır. Bu çerçevede Ürdün, Filistin sorununun nihai çözümünden dışlanmak istememekte ve bağımsız Filistin devleti üzerinde kontrolünü sürdürebileceği formül arayışlarından vazgeçmemektedir.
Ortadoğu açısından Enver Sedat Politikalarının Bir hayli önemli olduğu dile getirilmekte. Enver Sedat kimdir ve politikaları kabaca ne şekildedir biraz bahsedebilir misiniz?
25 Aralık 1918’de Menûfiye ilindeki Mit Ebûlkūm adlı küçük bir köyde doğdu. Babası, işgalci İngiliz ordusunda tercüman olarak çalışan Muhammed Muhammed es-Sedâtî, annesi Sudanlı Sittülberreyn’dir
1970 yılında, Cemal Abdünnasır’ın beklenmeyen ölümü üzerine 1969’dan beri Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı görevini sürdüren Enver Sedat 15 Ekim de yapılan seçimde %90 oy alarak Başkan seçilmiştir. Hür Subaylar içerisinde yer almasına rağmen pek tanınmayan Sedat’ın Başkan seçilmesiyle Mısır’da büyük bir siyasi rekabet başlamıştır. Mısır’daki siyasi tabaka, Sedat’ın taraftarları ve muhalifleri olarak ikiye ayrılmıştır.
Bir tarafta sol görüşlü Hür subaylar ve bunların 1960 yılları boyunca yüksek mevkilerde bulunan ve etkileri devam eden sivil müttefikleri, diğer taraftan ise başını Enver Sedat’ın çektiği daha muhafazakar bir gruptur. Bu grupların anlaşmazlık noktası Nasır döneminde bir kişide toplanan gücün
paylaşılmasıydı. ırken Sudan Başkanı dışında hiçbir Arap lider katılmamıştır. Sedat döneminde yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmeler Mısır toplumunu derinden etkilemiştir. Özellikle 1977 sonrası baş gösteren ekonomik sorunların neden olduğu protesto gösterileri ordu tarafından sert bir şekilde bastırılmıştır. Ordunun sivil otoritelerin zorlandığı her noktada devreye girip onları rahatlatması Mısır’ın demokratikleşme sürecinde karşılaştığı en büyük sorundur. Bu durum Arap Baharı süreci ile ilişkilendirildiğinde 3 Temmuz darbesi ve sonrası yaşananlar ile büyük benzerlik göstermektedir. Zira Sedat döneminde yaşanan sosyal ayaklanmalar Mübarek döneminde yaşanacak olayların alt yapısını
oluşturmaktadır. Böylelikle Mısır halkının yaşadığı tecrübeler, Mübarek dönemindeki halk ayaklanmalarında kendilerini daha güçlü ve daha sistemli olarak ifade etmelerini sağlamıştır. Enver Sedat döneminde siyasî sistem laik çizgide kalmakla birlikte kendisine “mümin başkan” denilmesinin de gösterdiği gibi dinî sembollere fazla müracaat edildi. Sedat
iktidara geldikten sonra halk üzerinde hâkimiyet kurabilmek için “din ve ilim devleti” sloganını kullanmış, 1971 anayasasına İslâm’ın devletin resmî dini olduğuna dair madde koydurmuştur. 1973’te İsrail’e karşı yapılan savaşta, “Mübarek topraklar, özellikle Kudüs ele geçirilinceye kadar Cihad farz-ı ayındır” şeklinde verilen fetvalardan faydalanırken 1979 yılında Camp David Antlaşması’nın ardından İslâm âleminden gelen tenkitlere karşı Ezher ulemasından yapılan antlaşmanın İslâmî olduğunu belgelemelerini istemiş ve zamanın Ezher Şeyhi Abdurrahman Bîsâr, Mısır Müftüsü Câdelhak Ali Câdelhak ve Evkaf Bakanı Abdülmün‘im en-Nimr bu doğrultuda bir fetva yayımlamışlardır.
İsrail Oslo süreci ile ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz?
3 Eylül 1993’de dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ile o zaman FKÖ’nün müzakereci ismi Mahmud Abbas tarafından Washington’da imzalanan Oslo anlaşmasının üzerinden tam 28 yıl geçti. O gün bir kurtuluş olarak imzalanan anlaşmanın bugün sıkıntıları ile hüzün yaşatmaya devam ediyor.
Kudüs’te yaşayan Filistinliler, şehirlerinin statüsünün hiçbir zaman belirlenemedi. İsrail’in başta Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere Arap ülkeleri ile başlattığı normalleşme süreci Oslo anlaşmasından güç almaya
devam etti. Taraflar arasında 1990’lardan bu yana imzalanan ve öne çıkan anlaşmalar şunlardır: 1991 Madrid Konferansı Körfez Savaşı’nın hemen ardından dönemin ABD Başkanı George H.W. Bush’un girişimiyle gerçekleştirilen konferans, İspanya’nın başkenti Madrid’in ev sahipliğinde 30 Ekim 1991’de başladı ve 3 gün devam etti. ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin gözetiminde yürütülen müzakerelerin “barış karşılığı toprak” ilkesi ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin
(BMGK) 242 ve 338 sayılı kararlar temelinde gerçekleştirileceği belirtildi.
İsrail ile Arap ülkeleri arasında daimi barışın sağlanması amaçlanan konferansta, İsrail ve Filistinli temsilciler, Madrid Konferansı’nda
ilk kez karşı karşıya geldi. Suriye, Mısır ve Lübnan’dan heyetlerin yer aldığı konferansa, Ürdün ile Filistinliler ortak bir heyetle katıldı. Konferansta Arap-İsrail ikili müzakerelerin başlamasıyla sonuçlansa da görüşmeler aksadı.
1993 Oslo Prensipler Deklarasyonu Müzakereler neticesinde dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ve FKÖ İcra Komitesi Başkanı Yasir Arafat arasında Filistin özerk yönetiminin kurulmasını içeren Oslo Deklarasyonu imzalandı. Anlaşma daha sonra resmen Arafat ile Rabin tarafından 13 Eylül 1993’te Washington’da halka açık bir törenle imzalandı. “I. Oslo” ya da “Prensipler Deklarasyonu” olarak bilinen anlaşmada tarafların yanı sıra
şahit sıfatıyla ABD ve Rusya’nın da imzası bulunuyor. Anlaşmanın temel prensipleri arasında şu maddeler yer aldı:
- İsrail ve Filistin taraflarının birbirini karşılıklı olarak tanıması. İsrail’in FKÖ’yü Filistin’in resmi temsilcisi olarak tanıması ve FKÖ’nün
İsrail’in güvenli sınırlar içinde var olma hakkını tanıması. - İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden aşamalı şekilde çekilmesi.
- Sınırlı yetkilere sahip Filistin Otoritesi’nin oluşturulması ve gündemdeki meselelerin en fazla 3 yıl içinde görüşülmesi. Anlaşma kapsamında İsrail, Gazze ve Eriha’dan çekildi. Tunus üzerinden Filistin’e dönen Yaser Arafat ve FKÖ yetkilileri Filistin Ulusal Otoritesi’ni (halihazırdaki Filistin Yönetimi) kurdu. 1994 Paris Ekonomi Protokolü FKÖ ile İsrail arasında, Fransa’nın başkenti
Paris’te 29 Nisan 1994’te Paris Ekonomi Protokolü imzalandı.
‘Oslo’nun ekonomi kısmını temsil eden bu anlaşma, İsrail Filistin ekonomik ilişkilerini, Oslo Anlaşması’na göre düzenlemesi için gerçekleştirildi. Anlaşmanın 1999’da sona ermesi gerekiyordu ancak taraflar arasındaki
müzakere sürecinin başarısız olması nedeniyle Paris Protokolü günümüzde hala geçerliliğini koruyor. 1994 Gazze-Eriha (Kahire) Anlaşması Oslo’nun yürütme anlaşması olarak bilinen bu girişim de 4 Mayıs 1994’te gerçekleştirildi. Oslo sürecindeki maddeler, bu anlaşmayla yürürlüğe girdi ve deklarasyonunda yer alan 5 yıllık sürenin başlaması bu anlaşma ile öngörüldü. Anlaşmada yer alan maddeler, İsrail’in Gazze Şeridi ile Eriha’dan çekilmesi ile Filistin Otoritesi ve organlarının oluşturulması için
ilk adımının atılmasını kapsıyor. 1995 II. Oslo (Taba) Anlaşması İsrailliler ve Filistinliler arasında 28 Eylül 1995’te Mısır’ın Taba kentinde imzalandı. Bu anlaşma, İsrail’in Filistin topraklarından çekilmesinin ikinci aşaması olarak biliniyor. Filistin Otoritesi’ne ait yetkilerin tamamlanmasının ve Filistin Polis Teşkilatı’nın oluşturulmasının temelleri atıldı. İsrail bu anlaşmayla, 1996’nın başlarında; 6 büyük Arap şehri ile 400 köyden çekilme, yasama konseyi için 82 üyenin seçilmesi ile İsrail hapishanelerindeki tutukluların serbest bırakılması taahhüdünde bulundu. II. Oslo Anlaşması’nda, Filistin bölgeleri; Filistin Otoritesi ve İsrail’e ait bölgelerin tanımlandırılması için “A”, “B”, “C” şeklinde kısımlandırıldı.
1997 Yeniden Konuşlanma / El-Halil (Hebron) Protokolü Batı Şeria’daki El-Halil kentinde İsrail güçlerinin yeniden konuşlandırılması için 15 Ocak 1997’de El-Halil (Hebron) Protokolü imzalandı. El-Halil’in “H1” ve “H2” isimlendirmeleriyle taksim edildiği protokolde, “H1” diye adlandırılan ve kentin yüzde 80’ini oluşturan bölge Filistin’in kontrolü altında olması öngörüldü. “H2” diye isimlendirilen ve kentin geri kalan yüzde 20’lik alanını oluşturan bölgede ise sivil yönetim Filistin Otoritesi’ne ait olurken güvenlik kontrolü İsrail’in denetimi altında bulunuyor. Protokol ayrıca Eş-Şuheda caddesini trafiğe açmak, merkezi halin açılması ve perakende satışın yapıldığı bir pazara dönüştürülmesi gibi El Halil’de hayatın normale dönmesi için gerekli prosedürleri içeriyor. Protokolde ayrıca Filistin tarafının; şiddetin engellenmesi, Filistin Otoritesi ve İsrail güvenlik güçleriyle iş birliğinin artırılmasına bağlı olmasına dikkat çekildi. 1998 Wye Nehri Memorandumu ABD aracılığıyla Maryland’in doğu kıyılarında yer alan Wye Nehri civarında, sekiz gün süren müzakerelerin ardından 23 Ekim 1998’de imzalandı. Filistin’den Devlet Başkanı Yasir Arafat, İsrail’den Başbakan Binyamin Netanyahu arasında imzalanan memorandum, II. Oslo Antlaşması’nın uygulanmasını amaçlıyordu. Memorandum, İsrail’in Batı Şeria’daki bazı bölgelerden çekilmesini, terörle mücadele için güvenlik tedbirleri alınmasını, İsrail Filistin arasındaki ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini ve nihai statü müzakerelerinin yeniden başlamasını öngörüyordu. II. Wye Nehri Memorandumu 1999 İlkinin takibi niteliğinde, taraflar arasında Mısır’ın Şarm eş-Şeyh bölgesinde 4 Eylül 1999’da imzalandı. Bu anlaşma, ilk memorandumda yer alan; yeniden konuşlandırma, tutukluların serbest bırakılması, güvenli geçiş, Gazze Limanı ve güvenlik düzenlemeleri gibi konularda düzenleme yapılması ya da netleştirilmesine değiniyordu. 2005 Sınır Kapıları Anlaşması Taraflar arasında 15 Kasım 2005’te imzalanan bu anlaşma, ekonomik durumu iyileştirmek amacıyla Gazze Şeridi başta olmak üzere Filistinlilerin sınır kapılarından geçişlerine ilişkin uygulamaları kapsıyor. Refah Sınır Kapısı’nda Avrupalı gözlemcilerin bulunmasını içeren bu anlaşma, ayrıca Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında ürünlerin geçişinin kolaylaştırılmasının yanı sıra İsrailliler Gazze Limanı’nın çalışmalarına müdahale etmemesini içeriyor. İsrail ile Filistin arasındaki barış görüşmeleri, “İsrail’in 1967 sınırlarını, zorunlu göçe maruz bırakılan Filistinlilerin geri dönüş hakkını ve yasak Yahudi yerleşim birimlerinin inşasına son vermeyi kabul etmemesi” nedeniyle Nisan 2014’te durmuş ve bütün çabalara rağmen yeniden başlatılamamıştı.
Röportaj teklifimizi kabul etmiş olduğunuz için tekrar teşekkürler. Allah bu kutlu davada muvaffak olabilmeyi ve tez vakitte zaferler kazanabilmeyi nasip eylesin inşallah.
Amin inş. Rabbim mazlum coğrafyalara sessiz kalan değil, sağa sola bakarak hareketsiz kalan değil, şuurlu nesiller nasip eylesin. Atalarının topraklarını savunan nesiller nasip eylesin. Sizlere de yayın hayatınızda başarılar diliyorum.
RÖPORTAJ: ZEYNEP EROL – BAŞAK AZAKLI
Vesile Dergi Sayı 3
Temmuz 2021