Esselam Ahmet Bey öncelikle röportaj teklifimizi kabul etmiş olduğunuz için teşekkürler. Dilerseniz ilk olarak okuyucularımız için Ahmet ÖZDEMİR kimdir kısaca bahsedelim.
Rica ederim, ne demek. Benim için böyle bir röportaj vermek onurdur. 1968 yılında Manisa’nın Gördes ilçesinde dünyaya geldim. İlk, orta ve lise eğitimimi Gördes ilçesinde tamamladım. 1990 yılında Hatay Eğitim Yüksekokulunu tamamladım. 1991 yılında Şırnak ilinde öğretmenlik hayatıma başladım. 1994 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Yönetimi ve Denetimi Bölümünde ikinci üniversite hayatına atılarak, 1998 yılında mezun oldum. 1999 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Müfettişi olarak Adıyaman iline atandım. 2007 yılına kadar burada görevimi sürdürdüm. 2007 yılından itibaren 3 yıl süreyle Afyonkarahisar ilinde, 2010 yılından itibaren de 4 yıl süreyle Uşak ilinde bu görevimi sürdürdüm. Halen Bursa ilinde Milli Eğitim Maarif Müfettişi olarak görev yapmaktayım. Evliyim ve iki çocuk sahibiyim.
1992 yılı Şırnak’ından (coğrafi , kültürel, ulaşım vs.) bahsedebilir misiniz?
1992 yılı öğretmen olarak göreve başladığım yıl Şırnak… Bu küçük ama şirin ilimiz de tipik bir Güneydoğu Anadolu ili. Güneydoğunun diğer illeri gibi o da aynı kültürel ve sosyoekonomik bir kaderi paylaşmakta. Feodal yapı hemen hemen bütün bölgeyi kuşatmış gibi. Haşmetli ve hırçın coğrafi şartlar zaten belli. O yıllar bunun dışında bir de bu coğrafi şartlarının altında terör sorunu da bütün Güneydoğunun hatta bütün ülkenin belini kırmakta. Hemen hemen her gün bir evin, bir ananın, bir ocağın böğrüne kızgın alev topları düşmekte. Ulaşım zaten stabilize, ince yollarla sağlanırken; bir de yollara mayın döşenmesi sonucu ulaşım neredeyse insanlara geçit vermemekte. Halk yoksul, beli bükük, bezgin… Yaşanan terörün gölgesinin altında insanlar bir de geçim derdine düşmüşler. Aileler oldukça kalabalık, geniş aile yapısı egemen. Çoğu insan küçücük tarlalarında tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalışıyor. En önemlisi de terör örgütü tarafından yakılan ve bu yüzden kapanan köy okulları. Öğretmensiz köyler. Eğitime, bilgiye aç insan ve öğrenciler. Güneydoğu sanki yaşadığı zoraki şartlardan dolayı kaderine terk edilmiş bir görüntü veriyor o yıllar.
Şırnak’a tayininiz çıktığında ve göreve başladığınızda neler hissettiniz?
Öğretmen olarak atamamın yapıldığı Görmeç köyüne giderken garip bir hal üzereyim. Aşk gibi bazı duygular var ki “Anlatılmaz yaşanır.” denir ya öyle bir hal ve duygu üzerineyim. Ama inanın görev yerim belli olmadan önce “Abdala malum olur.” hesabı böyle bir coğrafyaya tayinimin çıktığını rüyamda görmüştüm. Bunun için bu tayin bana hiç sürpriz olmadı diyebilirim. Sadece rahmetli annemin bu tayin olayından pek de memnun olmayışı ve “Gitme!” diye yalvarırcasına o mübarek ağzından çıkan sözler bu gün bile beynimin bir köşesinde yerini almış gibi kulaklarımda çınlar durur. Yeri geldiğinde tuhaf diye tanımlayabileceğim hislerimi anlatma konusunda pek de başarılı olduğum söylenemez. Sadece o an beni çepeçevre kuşatan ve yoğun olarak yaşamış olduğum en baskın duygumun heyecan olduğunu söyleyebilirim. İnsanın bazen duyguları bile öylece donar kalır ya işte öyle bir hal üzereyim, tarifi imkansız. Köye vardığım andaki en yoğun duygum ise; biraz hayal kırıklığı. Aslında beklentilerim çok yüksek de değil hani. Ama öyle bir coğrafya üzerinde meslek hayatıma başlıyorum ki fazla yüksek tutmadığım beklentilerimin bile oldukça altında kalıyorum. Kendi isteğimle köye gidemeyişim, oraya gitmek için bir askeri konvoyu beklemek zorunda kalışım… Mayın taramasıyla güçlükle ilerleyen askeri bir konvoy ve nihayet köye geliş… Davul zurna ile karşılanmayı beklemiyorum ama bu köyde öğrencilere eğitim vereceğim bir okulun bile olmayışı insana kendisini nasıl hissettirir takdir edersiniz. Evet, yakılmış bir köy okulu. Okula ve köye yerleşen askeri bir birlik… Bir köylü vatandaşımızın evinde yirmi metrekarelik bir odada, yüze yakın öğrenciye ders verecek olmam. Türkçe bilen öğrenci azlığı. Üniversitede almış olduğum teorik bilgilerin alanda pratiğe dönüşmesi için vermem gereken zorlu bir mücadele. Güvenlik nedeniyle sürekli askerlerin gözetimi altında kalmam, bu yüzden köylüyle sağlıklı bir iletişim kuramamam. En yoğun duygum sürekli bu köyde biriktirmeye başladığım hayal kırklıklarım olsa gerek.
Bölgeye 30 yılın en yoğun karının yağdığı belirtiliyor. Bu konuda köylülerin söylemlerini hatırlıyor musunuz?
Bölgeye otuz yılın değil, köylülerin deyimiyle “Belki de seksen yılın karının yağdığını.” köylüler sık sık dile getirmişlerdi. Hatta yine “70-80 yıl önceki yağan karda da köylülerden bir kısmının çığın altında kalarak hayatlarını kaybettiklerini.” köylülerin söylediklerine tanıklığım var. Evet, o yıl yine öyle bir kar yağmıştı ki köyün kurulu bulunduğu Gabar Dağı’nın zirvesindeki askerin de sürekli güvenlik nedeniyle nöbet tutuğu yerde, sekiz metrelik bir karın olduğunu nöbetten dönen askerlerden duymuştum. O sırada bulunduğum Görmeç köyünde de belki de beş metrelik bir kar kalınlığı vardı. Bazen köy evinin kapısından çıkmak, yoğun yağan kar ve sık sık oluşan tipi nedeniyle pek mümkün olmuyordu. Köylüler sürekli evlerinin damlarında biriken karı kürümek zorunda kalıyorlardı. Askerler görevlerine ve nöbetlerine ayaklarına geçirdikleri hediklerle gitmek zorunda kalıyorlardı. Elektrik yoktu. Sular donuk… Hava olabildiğince ayaz, duygularım gibi… Sürekli kara bakmaktan gözlerimiz kar körü oluyor gibiydi. O zaman işte hep kulağımda (Türkçe sözleri ve düzenlemesi Fecri Ebcioğlu’na, müziği Salvatore Adamo’ya ait olan) “Her Yerde Kar Var” şarkısı usul usul fısıldıyordu, ninni gibi…
Bir öğretmen olarak öğrencilerinizden bahsedebilir misiniz? Düşünceleri, hayalleri nelerdi?
Dediğim gibi yüze yakın öğrencim vardı o köyde. Köy gibi, kendileri gibi oldukça küçük hayal ve geleceğe dair minik minik beklentileri olan öğrencilerim. Birkaç yıldır eğitime aç, donuk bakışlı ama bölgenin coğrafyasının kendilerine hediyesi olan sert bakışlı çocuklar. Çok da gelecek beklentisi olmayan, mnlerini göremeyen, önlerindeki hayat yolundaki kilometre taşlarını göremeyen… Kendilerine “Büyüyünce ne olmak istersin?” diye sorduğumda küçücük dünyalarıyla “İleride muallim olmak istiyorum.” söyleyen öğrencilerim. Ki bunlardan birisiydi Halil İbrahim. Sık sık sorduğum bu soruyu 24 Kasım öğretmenler gününde kendisine yine sordum ki daha o gün bir öğretmen arkadaşımın görev şehidi olduğunu öğrendiğim acı bir gündü. Halil İbrahim’in bana verdiği “Senin gibi muallim olacağım.” diyen buruk sesinin titreyişi bugün hala kulaklarımda çınlar. “Neden?” diye sormuştum kendisine. ‘Neden?…’ Bir süre susmuştu ve “Senin gibi kravat takmak için.” demişti. Hayal dünyasının zenginliğini siz keşfedin artık. Hemen kravatımı alıp kazağının üzerinden aceleyle kirli yakasına takışımı hatırlıyorum. Arkasından da fotoğraf makinamın deklanşörüne usulca basışım… O derin bakışlı, acı kederli çocuğun hayattaki tek fotoğraf karesinde yer alışı o an. Birkaç yıl önce kendilerine destek olmadıkları gerekçesiyle köy meydanında kurşuna dizilen babası ve iki ağabeyi… Bu acıya daha fazla dayanamayıp birkaç yıl sonra vefat eden annesi… Hem öksüz, hem yetim… Evet, bir ailesi bile olmayan bir çocuğun hayal dünyasını siz düşünün. Onun gelecek ile ilgili planlarını hesap edin ve sonraları öğrendiğim kadarıyla kendisinin de çığda kalıp hayatını kaybettiği öğrencim Halil İbrahim. Onun fotoğrafı bu gün yıllar sonra yazmış olduğum “Çığ” adlı romanımın instagram sayfasında yer edinişi. Kitap basımından sonra çocuğun ninesinin telefondaki titreyen sesi… “Allah senden razı olsun. Onun şu hayatta başka fotoğrafı yoktu. Sende daha başkaları var mı? Yıllar sonra bana torunumun yüzünü gösterdin. Onun yüzünü bile unutmuştum. Beş vakit namazımda sana dua ediyorum.” deyişi unutulur mu sizce? Böyle bir doyum başka hangi meslekte, hangi olayda yaşanır?
Çığ felaketi nasıl meydana geldi?
Çığ felaketinin nasıl geliştiğini en ince ayrıntısına kadar elbette ki kimse bilemez. Ben bu çığ felaketinden iki gün önce askeri bir helikopterin inemeyişinden dolayı helikopterden aşağı sarkıtılan bir halata tutunarak helikoptere binmiş ve köyden ayrılmıştım. O halat beni hayata bağlayan bir halat olmuştu sanki… Hayatla aramda bir rabıta… Olayın görgü tanığı birçok kişiden almış olduğum bilgiler sonucunda; o akşam bölük komutanının köy muhtarı ve köyün ileri gelenlerini karakola çağırdığını, hemen köyün üzerindeki helikopter pistinin bulunduğu yerde çığ hakkında bilgi alış verişinde bulunduklarını duydum. Malum çok kar yağmıştı. Arazi oldukça eğimli ve maalesef zamanla bu arazideki bazı ağaçların, dallarının ısınma amaçlı olarak kesilmesi, sanırım malum sonun hazırlanışı gibiydi. O gece saat 00.30 gibi öncelikle köyün üzerindeki nöbet kulübesinin üzerine bir miktar çığın düşmesi. İki askerin çığın altında kalıp yaralanması… Sonrasında askerlerin kurtarılışı… Ve ne yazık ki; birçok askerin bu çığdan sonra çığın düştüğü için rahatlaması… Olayı bu küçücük hasarla atlattık zannetmeleri. Yaralanan askerlerin değiştirilip koğuşlarında yeniden istirahate çekilişleri. Ancak ne yazık ki; sabah saat 06.30 civarında büyük bir gürültüyle köyün üzerine asıl çığ kütlesinin çöreklenişi. Beyaz ölüm… Evet, kar beyazmış ölüm…
Çığ felaketi sonrasında neler yaşandı?
Çığ sonrası tabi ki öncelikle yaşanan büyük bir şok. Önce ortalığı kaplayan anlamsız bir ölüm sessizliği… Ona hazırlıksız yakalananlar. Köylülerden kimi dam üzerinde karları kürerken, askerlerden kimi nöbetteyken, kimi uykudayken. Ölüm herkesin kapısını farklı bir şekilde çalıyor işte. Sonrası gittikçe şiddetlenen feryat ve figanlar. Artık her yerde can pazarı… Ortalık toz, duman, kar, tipi… Telsizden çıkan birkaç cılız parazit… Sağa sola çaresiz koşuşturmalar. Önce astsubayların yarı bellerine kadar çığın altından kendi imkânlarıyla çıkışı… Sonra yine ortalıkta sağa sola seğirtmeler. Bir süre sonra köylülerin diğer köylü vatandaşları kurtarma çalışmalarının yanında; bir avuç askerin üzerlerine çığın düştüğü haberini telsizlerle bir yerlere ulaştırma ve ne yazık ki inandırma çabaları. Kim inanır? Sonrası ellerine geçirdikleri birkaç alet ve edevatla karları küreyip ses gelen yerleri kazıp, bir süredir kader birliği yaptıkları asker arkadaşlarını kurtarma çalışmaları…
İşin ilginç tarafı bu şartlarda köye ilk gelen birkaç Amerikan helikopteri… Söylediklerine göre Gabar Dağı’nda tesadüf eseri uçmakta olan Çekiç güce bağlı Amerikan helikopterleri. Bunlardan birinin köye inişi… Çığdan ilk çıkarılan yaralı askerlerin buğulu gözler eşliğinde Şırnak’a gönderilişi… En yakın askeri birliğimizin köye gelişi ise elverişsiz hava şartları yüzünden ancak akşam gerçekleşiyor. Bu köyde en son çıkan şehit askerin çıkarılışının çığın 21. gününe denk geldiğini söylemek isterim. Yani bu köyde 21 gün süren bir kurtarma çalışması… Sonrasında köye gelen gazeteciler, devlet büyükleri, başbakan ve yardımcıları, bakanlar, kuvvet komutanları vs. Evet, 21 gün… Çığın altından yavrularının çıkarılışını dört gözle bekleyen yurdun her bir köşesindeki annelerin, babaların 21 gün ama kendilerine belki de 21 asır gelen umutlu bir bekleyiş süreci.
Siz felaketten saatler önce memleketinize dönmüş olduğunuz halde felaketin haberini alır almaz bölgeye gitmişsiniz sanırım. Bize biraz o süreçten bahsedebilir misiniz? Haberi nasıl aldınız, haberi alınca ve yol boyunca neler hissettiniz, bölgeye vardığınızda nasıl bir tabloyla karşılaştınız?
Ben doğum günüm olan 1 Şubatta memleketim olan Gördes’te akşam haber programını izliyorum. TRT 2 ana haber bültenin haberi: “Çığ can almaya devam ediyor. Şırnak merkeze bağlı Görmeç köyünden dünden beri haber alınamıyor…”
Sonrası ne olabilir ki? Sonrası tarifi imkansız bir yürek sızısı… Ertesi günü, evet bölgedeyim. Sabaha kadar süren bir otobüs yolculuğunda otobüsün buharlaşan camlarında beliren kader birliği yapmış olduğum askerlerin o güzel yüzleri. Dayanamıyorum, siliyorum, bu sefer bir başkası… Sabahı zor ediş… Görmeç yol ayrımında kurtarma çalışmalarından dolayı köye gidişime izin verilmiyor. Dizlerimin bağının çözüldüğünü, titreyen ayaklarımın üstünde karların üzerine yığılıp kalışımı, karşıdan Görmeç’i süzüşümü hatırlıyorum. “Orda bir köy yok artık uzakta.” diyorum. “Orda bir köy yok artık uzakta…”
Felaketten 30 saat sonra kurtulanların olduğu belirtiliyor. Siz bizzat şahit oldunuz mu? Kurtulanlarla diyaloğunuz oldu mu?
Bu unutulmaması gereken çığ felaketinden 30 değil, 76 saat sonra kurtulan askerler var. Bu kahraman askerlerden biri de Haşmet ARMAĞAN… Kendisiyle hala görüşüyorum. “Görmeç deyince aklına ne geliyor?” diyorum. Ne diyor biliyor musunuz? “Kola.” Evet, “Kola.” Meğer çığdan kurtarılışından sonra tedavi görmekte olduğu hastanede bir akrabasına kola aldırmak istemiş. İçi demek ki o kadar yanıyormuş kahraman askerin. Akrabası ısrarlarına dayanamayıp almak zorunda kalmış. Gece kolayı içince Haşmet’in sanki ciğerleri parçalanmış. Bütün içtiklerini kanla birlikte kusmuş. Kızmışlar kendisine. “İntihar etmek istiyorsan başka yerde et.” demişler. Utanmış. Bu gün Haşmet hala kola içemiyormuş biliyor musunuz? Bize küçük gelen ama anlamlı bir ayrıntı. Sadece onunla değil, bu gün çığ felaketinden sağ kurtulan veya kurtarılan birçok askerle irtibat halindeyim. Beni kitap yazma konusunda yüreklendiren de onlar oldu. Onların çığ altında vermiş oldukları yaşam mücadelelerini bizzat kendilerinden dinleyerek kaleme aldım. İyi ki de almışım. Bu onlara aynı zamanda vefa borcumdu. Elbette böyle bir vefa borcunu bir kitap yazmakla ödeyemeyiz, daha çok çalışmamız lazım. Çok…
Çığ felaketi sonucu Görmeç köyünün haritadan silindiği biliniyor. Felakette Mehmetçik’in yanı sıra kaç vatandaşımız vefat etti bir bilginiz var mı?
Felaketten sonra Görmeç köyü gerçekten haritadan silindi. Köylünün hayatta kalanlarından bir kısmı civar ilçelere ve köylere akrabalarının yanlarına taşındılar. Bir kısmı bu gün İstanbul’da yaşıyor. Onlarla da iletişim halindeyim. Onların da kayıpları çok… O çığ felaketinde otuz civarında köylü vatandaşımız (ki içlerinde Halil İbrahim gibi, Nadir gibi öğrencilerim de olan) hayatlarını kaybettiler. Onlara da Allahtan rahmet, geride kalan yakınlarına sabır diliyorum.
Sizin çığ felaketi konusunda farkındalık oluşturulması hususunda çabalamakta olduğunuzu görüyoruz ve hatta bir kitap kaleme almış olduğunuzu biliyoruz. Bu kitap projesinden bahsedebilir misiniz? Böyle bir kitap projesini olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra ele alma kararını nasıl verdiniz?
Evet, aradan epey zaman geçti. Bu travmayı unutmak elbette mümkün değil. İnsan kalbi güzel hatıraları hatırlamak isterken, böylesi travmatik olayları kolay kolay hatırlamak istemiyor… Kaçıyoruz sürekli, belki de bizde böylesi iz bırakan üzüntülerimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Ama onlar da bir türlü peşimizi bırakmıyor. Bizle birlikte peşimiz sıra geliyor. Sürekli hatırlıyoruz, her ortamda anlatıyoruz. Ama o zamanlar sosyal medya yok. Şimdiki gibi birbirimizle iletişim kuramıyoruz. Kaldı ki birçok aile bu çığ felaketinden kurtulan olmadığı yönünde bilgi alıp, böyle bir iletişim uğraşına bile girememişler. Şimdi anlıyorum bunu… Sonraları kamuoyunda bu olay unutulmaya yüz tutunca insan bunu hazmedemiyor işte. İsyan ediyor bu duruma, bu anlamsız unutuluşa… Belki de birilerinin bunu bir şekilde yeniden kamuoyuna mal etmesini bekliyor. Ama kimsede böyle bir cesaret yok… Yıllar sonra sosyal medya üzerinde şehit bir asker olan Ali İhsan Mercan anısına kısa bir tanıtım videosu görüyorum. Yüreğim ağzımda, gözlerim yaşlı izliyorum… Altına not düşüp telefon numaramı veriyorum. Ondan sonra işte sosyal medya kanalıyla her taraftan bana ulaşıyorlar. Askerlerden çığ felaketinden kurtulanlar bu gün hala gazilik unvanı alamamışlar. Bunu dert ediniyorlar. Haklılar da… Çünkü onlar o şartlarda oraya piknik yapmaya gitmemişlerdi. Benden bu olayı kaleme almamı istiyorlar. Ben de bu konuda kendimi askerlerime ve bütün kamuoyuna karşı sorumlu hissediyorum. Sonra bana ulaşanların verdikleri bilgilerle bu romanı kaleme alıyorum. Beş yılımı alıyor yazmak. Geceli gündüzlü… Demek ki yazmak için bardağın dolması gerekiyormuş… Sosyal sorumluluk kapsamında bu romanı yazıyorum. Yeter ki topluma bunu mal edelim. Kamuoyunun hafızasına seslenelim. Bu yönde ulusal kanallara çıkıp olayı anlattım. Anlatmaya devam ediyorum. Umarım arkası da gelecek…
Şehitlerimizin her birinin kendine has bir hikâyesi var malum. Sizin en çok etkilenmiş olduğunuz hikâye hangisidir?
O çığ felaketine maruz kalan şehitlerimizin elbette hepsinin kendine göre birer hikâyesi var. Hatta bu hikâyeler onların hikâyeleri değil. Bu hikâyeler hepimizin hikâyeleri. Sahiplenmemiz gereken gerçek hayat hikâyeleri… Bunlar öyle hemen bir çırpıda gelişi güzel söyleniveren bir kahramanlık hikâyeleri değil. Öyle destansı hikâyeler ki.
İşte onlardan beni en çok etkileyen bir kahramanımızın hikâyesi…
Nurettin Korkmaz’ın ama aslında hepimizin olması gereken ibretlik hikâyesi. Nurettin, o gün uzun süren bir operasyondan geç saatlerde köye dönebilmiş. Ayaklarındaki botları ve çorapları şişkinliklerinden çıkaramamışlar. Hatta o çoraplar çıkarken ayaklarındaki derileriyle birlikte çıkıyormuş. Nurettin çok yorgun olduğu zamanlarda uyuyamazmış. Devresi ve toprağı Zafer SERDAROĞLU ona kendisinin yerine saat dört nöbetine gitmesini rica etmiş. Zira kendisi de hastaymış. Nurettin toprağı ve devresinin yerine nöbete gitmiş. Nöbet yerinde bir süre sonra üzerine çığ düşmüş. O sadece kendisinin üzerine böyle bir çığ düştüğünü zannetmiş önceleri. Bu yüzden bir an önce arkadaşlarının kendisini kurtaracağını ümit ediyormuş. Ancak nafile… Nurettin sağına dönüyor, soluna dönüyor, daha fazla hareket edemiyor. Kar, taş, toprak kütlelerinden hareketi oldukça kısıtlıymış. Her taraf karanlıkmış. Makber gibi… Nefes alamıyormuş Nurettin. Etrafındaki karı yiyerek içinden boşalan oksijenle nefes almaya çalışmış bir süre. Daha sonra bayılıp ayılırken, zaman kavramını da iyice yitirmiş. Her ayıldığında yine parmaklarıyla karı deşmeye çalışmış. Elleri, parmakları donmuş. Yaşayacağı yönündeki inancını kaybetmiş. Umudunu yitirmiş… Bir türlü kendisini kurtarmaya gelmeyen arkadaşlarına sitem etmiş bir süre. Yeniden bayılıp ayılmaya devam etmiş. En son ayıldığında eline cebindeki sert bir cisim ilişmiş. Bu kendisinin zaman zaman kullandığı çorba kaşığıymış. Birden ümitlenmiş. Eline geçirdiği bu kaşık onun hayata yeniden tutunmasının bir ümidi olmuş. Tıpkı benim için helikopterden uzatılan halat gibi… Bu kaşıkla kazmaya başlamış Nurettin. Kazmış, kazmış, kazmış… Kaya parçası gelince yönünü değiştirerek kazmış. Tam yedi metrelik bir tünel kazarak tünelin ucundaki kendisine bir ara göz kırpan gökyüzündeki güneşi görmüş. Bir elinde kaşık, bir elinde tüfek “Komando!” diye bağırarak karların altından tıpkı bir kar çiçeği gibi filizlenerek çıkmış. Dönemin bakanlarından, gazetecilerden birçok kişi bu kahraman askerin etrafını sarmışlar. Meğer çığın üçüncü günüymüş. Düşünebiliyor musunuz? Üçüncü günü… Nurettin kendisini hemen asker hastanesine götürme tekliflerini ret ederek, bir süre o haliyle çığın altından başka arkadaşlarını kurtarma ümidiyle devam etmekte olan kurtarma çalışmalarına katılmış. Kaderin cilvesine bakınız ki; yerine nöbet tuttuğu devresi Zafer SERDAROĞLU ise çığın altında kalan şehit askerlerimizin arasında yerini almış… Bu kahramanlıkları unutmak mümkün mü? İşte o kahraman askerimiz Nurettin, bugün Gölcük’te askeri bir tesiste hala görevini sürdürmektedir.
Çığ felaketinden kurtulup yaşamlarına devam etmekte olanlarla ilgili neler söylemek istersiniz? Sizce çığ felaketinin etkileri hala sürüyor mu?
Bu anlatmakta olduğumuz çığdan kurtulan askerlerin büyük bir kısmıyla hala görüşüyorum. Hepsinin de kendilerine göre yürekleri dağlayan hikâyeleri olmakla birlikte; bir türlü kendilerinin peşini bırakmayan ve onlarda değişik iz bırakan farklı farklı travmaları da mevcut… Birçoğu yıllarca psikolojik tedavi görmüş. Halen tedavileri devam edenler bile var. Birçoğu bu olayları anlatıp gözyaşlarına boğulurken, bazıları bunları konuşmak bile istemiyor. O günlere ait hiçbir şeyi hatırlamayanlar var. Belki de hatırlamak bile istemeyenler… Hazmedemeyenler… Ağızlarından bir kelime çıkmayanlar. Oldukça hassaslar… O hassasiyetlerinden ötürü kendilerine olaya ait bir kelime bile soru soramadıklarım var. Kırgınlar, unutuldukları için… Devletin kendilerine gazilik unvanı vermediğinden ötürü… Onlar sanki hala çığ altında mücadele eder gibi, hayat mücadelelerini değişik bölgelerde sürdürüyorlar. Onların bu kahramanlık hikâyeleri, onlarla bir tarih olmamalı. Unutulmamalı… Ancak ibret almak isteyenler için tarihin tozlu raflarındaki yerini almalı diye düşünüyorum. Bu travmayı öyle kolayca unutuvermek mümkün mü?
Sizce 1992 çığ felaketi başta olmak üzere şehitlerimizin ve kaybetmiş olduğumuz vatandaşlarımızın söz konusu olduğu diğer felaketlerle ilgili kamuoyunda yeteri kadar ilgi var mı?
Ne bu çığ olayı, ne de bu ve buna benzer diğer olaylarda şehit olan askerlerle ilgili olarak kamuoyunda ilgi olması gerektiği oranda değil. Zaten bu herkesin malumu. Ben şahsen bunu hiç hazmedemiyorum. Benim bu konu ile ilgili geçen sene ulusal bir ajansa vermiş olduğum haber ve röportaj birkaç yerel ve ulusal kanal dışında maalesef o gün bir sanatçının vermiş olduğu sırt dekolte görüntüsü kadar bile ilgi uyandırmadı. Bu beni derinden yaraladı. Biz yüzyıllar boyu bu ülke için çok şehit verdik ve bedel ödedik, ödemeye de devam ediyoruz. Unutmak bu kadar kolay olmamalı. Bu unutuluşta toplumun kültürel bir erozyona uğramasının etkisi olduğunu düşünüyorum. Umarım biz yine bu ülke için yeni ve farklı bedeller ödemek zorunda kalmayız. Umarım böyle bir sınav vermek durumunda kalmayız. Bunu düşünmek bile istemiyorum.
Sizinle yapmış olduğumuz ön görüşmeye istinaden biliyoruz ki 1992 yılında yaşanmış olan çığ felaketi ile ilgili toplumsal farkındalık oluşması adına bir takım çalışmalarınız söz konusu. Bu çalışmalarınızdan ve akabinde planlamış olduğunuz projelerinizden bahsedebilir misiniz?
Toplumsal farkındalık anlamında bu olayı bir romana dönüştürüp yayınladım. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında gerek yerel, gerek ulusal medyada yeri geldikçe canlı yayınlarla, söyleşilerle, programlarla bu çalışmalarım devam ediyor ve edecek. Okulların açılmasıyla birlikte; okullarda da imza günleri, söyleşiler, ayrıca kitap fuarlarında tanıtımlar, imza günleri devam edecek. Bu konuda her türlü teklife açık olduğumu belirtmek isterim. Bu olayı beyaz perdeye çekme çalışmamız var. Tabi bunun için sponsorlar gerekli. Umarım başarılı oluruz. Dizi de olabilir diye düşünüyorum. Bu konudaki her türlü tekliflere de açık olacağım. Yeter ki unutulmaya yüz tutmuş bu olay yeniden kamuoyuna mal edilmiş olsun. Malum yaşadığımız pandemi sürecinden sonra bu olay da gerçekleşir diye ümit ediyorum. Umarım gerçekleşir. Dediğim gibi toplum olarak bu gibi olaylara karşı daha duyarlı olmalıyız.
1992 çığ felaketinin ardından hayatınızda neler değişti?
Bu olaydan sonra neler değişmiş olabilir ki hayatımda? Belki bu tür olaylara karşı daha hassas ve duyarlı oldum. Aslında olması gereken de bu değil midir? Bu gün hala bazı evlere, bazı ocaklara birer birer ateş düşmeye devam ediyor. Bu ateşi daha yakından hissetmeliyiz. Yüreğimizde… Ateş sadece düştüğü yeri yakmamalı. Bu olayın empatisi olamaz ama öyle yakın hissetmeliyiz işte bu ateşi. Şehit ailelerine daha fazla sahip çıkılmalıyız. Onlara karşı da kendimi artık daha sorumlu hisseder oldum. Bu yüzden ulaşabildiğim bütün şehit ailelerine ulaşmaya, onlarla iletişim kurmaya çalışıyorum. Kısacası yaşadığım bu çığ felaketinden sonra daha duygusal oldum diyebilirim.
Şu an Görmeç Köyü’nün durumu nedir?
Daha önceki soruda kısmen bahsettiğim gibi artık Türkiye haritasında Görmeç diye bir köy yok. Köylülerin bir kısmı akrabalarının olduğu yerlere taşındılar. Şu an orası askeri bölge olarak kullanılıyor. Doğal olarak kimsenin oraya girmesine de izin verilmiyor. Yani bir zamanlar ayaklarımızla çiğnediğimiz o yollarda, anılarda kalan ayak izlerimizin izini sürmek mümkün değil artık. O hüzünlü şarkıları yeniden dinlemek… Doğan güneşle yeni umutlara yelken açarken, batan güneşle aynı hüznü paylaşmak… O şartlarda bile attığımız kahkahaların akislerinin bu gün artık o coğrafyada izini süremeyecek oluşum beni hüzünlendiriyor. Anılarda kalan her şeyin küçücük bir izine bile ulaşabilmeli insan ve ne yazık ki bunun artık geriye dönüşü yok. İnanın o coğrafyada bu anıları biriktirdiğim ve kader birliği yaptığım arkadaşlarımla birlikte yeniden o günleri yaşamak için nelerimi vermezdim ki…
Çığ felaketi sonrasında Görmeç Köyü’deki talebelerinizle ilgili bilgi verebilir misiniz? Hayattalar mı? Eğer hayattalarsa nasıl bir yaşantıları var?
Şu an kitap basımından sonra tabi ki hayatta kalan köylülerle de öğrencilerle de haberleşiyoruz. Şu an hepsi farklı yerlerde, farklı iş kollarında çalışıyorlar. Herkes geçim derdinde. Tabi o günlere dönmek, o günlerle ilgili sohbet yapmak o kadar zor ki. Onların da yaraları henüz kabuk bağlamamış. Hepsi muhakkak bir yakınını kaybetmiş bu felakette. Yaşamış olduğu bu felaket sonucunda peşlerini bir türlü bırakmayan travmayla yaşamak zorunda kalıyorlar onlar da. Ne diyeyim Allah hepsinin yardımcısı olsun.
Sizce insanlar 1992 çığ felaketi başta olmak üzere pek çok önemli konuda yeteri kadar duyarlı mı?
Bence toplum olarak bu ve benzeri olaylara karşı yeterince duyarlı değiliz. Oysa daha duyarlı ve hassas olmak zorundayız. Bu gün birinin başına gelen bir felaket yarın bir başkasının, daha doğrusu hepimizin başına gelebilir. Bunun empatisini kurmak elbette çok zor. Zaten empatisi de olamaz. Ateş hiçbir zaman düştüğü yeri yakmamalı. Herkes bu ateşi yüreğinin en derinliklerinde hissetmeli. Toplumsal duyarlılık bunu gerektirir. Biz ancak bu sayede aile olabiliriz. Bizi biz eden aile bağlarıdır. Bu gün bu bağlar gittikçe zayıflıyor maalesef. Zayıflayan bu bağların gün geçtikçe tamamıyla kopmasının önüne geçilmeli. Bu konuda her kişinin, her meslek grubunun, her kurumun, kuruluşun, medyanın, basının üzerine düşen görevleri var. Bu ve buna benzer olaylar hiçbir zaman unutulmamalı. Biz her konuya karşı duyarlı olabilirsek toplum olarak ancak o zaman ayakta kalabiliriz. Bunu unutmamalıyız.
Bir eğitimci olarak vatan ve millet sevgisini çocuklarımıza aşılamamız için neler tavsiye edersiniz?
Vatan ve millet sevgisi için güncel bir değerlendirmede bulunmak gerekirse eğer “Çocuklarımıza bu sevgiyi kazandırmak için onları aşılamamız gerekir.” diyebilirim. Bu aşının yapılması gereken bir yaş aralığı yok. Bu aşıyı ne kadar erken yaparsak aşının yapılanlar üzerinde o kadar etkisi olur. Çocuklar için böyle bir eğitimden bahsediyorsak eğer öncelikle çocukların bizi rol model aldığını unutmamalıyız. Çocuklar rol model olarak bizden ne görür, ne alırlarsa onu uygularlar biz de görevimizi o ölçüde yerine getirmiş oluruz. Unutmayalım ki insanlar kimliklerini ve bir ulusa ait olma hissini vatan denilen topraklarda edinirler. İşte biz bu yüzden şanslıyız. Böylesi bir vatanımız olduğu için… Bu yüzden bu toprakların değerini bilmeli, bunu çocuklarımıza kendi yaşantılarımız yoluyla öğreterek bu sevgiyi içselleştirmelerini sağlamalıyız. Ünlü sosyolog Gustave Le Bon vatan sevgisini, duygusunu yaşamayan toplumların tarihte yok olmaya mahkûm olduklarına dikkat çekmiştir. Biz bu sevgiyi yüz yıllardır yaşayıp yaşatmaya devam ettik. Damarlarımızda bunu başaracak kanımızın hala aktığını biliyorum. Bu yüzden bu konuda çok da karamsar değilim. Dolayısıyla vatan sevgisi geçmişte yaşamış atalarımıza yönelik bir minnet borcu olmanın yanı sıra gelecekte vatanın emanet edileceği gençlere bırakılması gereken kutsal bir mirastır. İşte bu yüzden vatan sevgisinin başta çocuklar ve gençler olmak üzere yediden yetmişe herkesin yüreğine aşılanması ve vatan sevgisine ilişkin hassasiyetin tüm yurttaşlar nezdinde hakim kılınması gerekmektedir. Bunun için de yine en çok öğretmenlerimize yük düşmekte. Devlet olarak bu sevgiyi çocuklarımıza etkin bir şekilde aşılamak için programlarız yenilenmeli, bu konu ile ilgili kavram ve kazanımlar genişletilmeli. Başta Çanakkale olmak üzere tarih boyunca bu ülke için kan akıtmış olduğumuz her bir karış topraklarımız gezdirilmeli, onların kahramanlık hikâyeleri çocuklarımıza aktarılmalıdır. Sadece öğretmenlerimiz değil bu konuda elinden geldiğince herkes üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getirmeli.
Röportaj teklifimizi kabul etmiş olduğunuz için tekrar teşekkürler. Hayırlara vesile olmak niyet ve duasıyla.
RÖPORTAJ: ZEYNEP EROL
Vesile Dergi Sayı 4
Ağustos 2021