OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE SEBİLLER

Sözlükte “yol” anlamına gelen sebîl kelimesinin terim anlamının “fî sebîli’llâh” (Allah yolunda, Allah rızası için) tabirinden geldiği belirtilmekte, daha önceleri fazla yaygın olmamakla birlikte sebbâle adının kullanıldığı da bilinmektedir. Osmanlılar başlangıçta dağıtılan suya sebil ve dağıtıldığı yere sebîl-hâne demişlerse de zamanla “hâne” terkedilerek bugünkü şeklini almıştır. Günümüzde kalabalık insanların girip çıktığı binaların çeşitli yerlerine konulan, plastik bardaklarla soğutulmuş damacana suyu içilen elektrikli aletlere de sebil denilmektedir.

Hz. Peygamber’in sadaka-i câriye arasında en fazla, insanların su ihtiyaçlarını gidermeye yönelik havuz, sarnıç vb. yaptırılmasını tavsiye eden hadisleri sebebiyle hayır sever müslümanlar sebil vakfetmeye büyük önem vermiştir. Günümüze ulaştığı bilinen en eski sebiller, Konya’daki Anadolu Selçukluları’na ait Sâhib Ata Camii’nin (1258) taç kapısının yanlarında yer alan iki sebildir. Bu sebiller mihrâbiye nişleri içine yerleştirilmiş, arkalarında birer oda bulunan sivri kemerli iki pencere şeklindedir. XI. yüzyıla ait bir sebilin varlığı Dımaşk’ta mevcut 470 (1077-78) tarihli kitâbesinden öğrenilmektedir (Saleh Lamei Mostafa, VI [1989], s. 38). Bugüne ulaşmış diğer Ortaçağ sebilleri Kahire’deki Memlükler dönemine ait Sultan Kalavun Medresesi’nin sebili (726/1326), el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun Sebili (740/1340) ve Emîr Seyfeddin İlcây el-Yûsufî Camii’nin sebilidir (774/1373). Sebillere en fazla önem verenlerin Türkler olduğu ve Selçuklular’la Memlükler’den sonra Osmanlılar’ın bu mimari birimi başlı başına bir sanat eseri halinde ele alıp geliştirdiği görülmektedir. Osmanlı sebillerinin hemen tamamı İstanbul, Kahire ve Kudüs’te bulunmaktadır. André Raymond, 1517-1798 yılları arasında Osmanlılar tarafından yapılan, 101’i Kahire’de olmak üzere 308 sebilden söz etmektedir (bk. bibl.). Bunlar arasında Kahire’deki “sebilküttâb” denilen ve alt katı sebil, üst katı Kur’an okulu işleviyle tasarlanmış müstakil yapılar ayrı bir önem taşır. Bu yapılardan Hüsnü Paşa (1535), Beşir Ağa (1719), Abdurrahman Kethüdâ (1744), Rukıyye Dudu (1761) ve Silâhdar Süleyman Ağa (1837-1839) sebilküttâbları günümüze ulaşan en güzel örnekler arasındadır.

Kudüs’te de Osmanlı döneminden kalan, başlıcaları Harem-i şerif’teki Bâbü’l-Megāribe Sebili ile Harem-i şerif’in dışındaki Çorbacı Mustafa Ağa Sebili olan bazı sebiller bulunmaktadır (Tanman – Çobanoğlu, II, 520, 527). Kaynaklara göre 125-130 civarında olan İstanbul’daki sebillerden günümüze ulaşanların sayısı altmış yedidir. Bilinen ilk sebilin, 1496-1503 yılları arasında şeyhülislâmlık yapan Efdalzâde Hamîdüddin Efendi’nin inşa ettirdiği, zamanımıza intikal etmeyen sebil olduğu belirtilmektedir. Mevcut sebillerin en eskisi ise Vefa’daki 1565 tarihli Hüsrev Kethüdâ veya Ekmekçizâde Ahmed Paşa Sebili’dir. Sebiller bulundukları yerlere ve biçimlerine göre müstakil yapı, köşe, cephe ve pencere sebilleri diye gruplandırılabilir. Bunlardan, halk arasında sebil denilince ilk akla gelenler müstakil yapı türünde olanlardır ve genellikle dörtgen, çokgen veya yuvarlak planlı tasarlanmış, etek denilen mermer alçak duvar üzerinde sütunlar, sütunlar arasında bronz yahut mermer şebekeler, kornişler, kitâbeler ve saçaklardan meydana gelmiştir.

Klasik dönem sebilleri XVI ve XVII. yüzyıl mimarlığının bütün özelliklerini yansıtmaktadır; pencere aralarındaki sütunlar mermerden ve tunç bilezikli, başlıkları mukarnaslı veya baklava süslemelidir. XVII. yüzyılın sonlarına doğru değişen üslûpların etkisiyle kemer biçimlerinde bazı değişiklikler olmuşsa da sütun araları çoğunlukla klasik Osmanlı sivri kemeriyle geçilmiştir. Etek bölümleri genellikle süslemesizdir. Dökme demir veya tunçtan yapılan şebekelerin alt kısımlarında halka su ve mübarek günlerde şerbet dağıtılmasını sağlayacak açıklıklar yani maşrapalıklar yer almaktadır. XVIII. yüzyılda ortaya çıkan meydan çeşmeleri genellikle sebillerle bir arada tasarlanmıştır (Ahmed III Çeşmesi, Azapkapı Çeşmesi ve Sebili). Batılılaşmanın etkisiyle bu dönemde sebiller daha çok yuvarlak ve çokgen planlıdır. Plana bir Batı etkisi olarak giren yuvarlaklık etek bölümlerinde saçaklara dalgalanmalar şeklinde yansımıştır (Hekimoğlu Ali Paşa Sebili, 1733; Hasan Paşa Sebili, 1745). Etek üzerinde yer alan sütunların başlıkları yine Batı etkisiyle değişmiş, sütun aralarındaki sivri kemerler fistolu/dilimli kemerlere dönüşmüştür.

Döküm şebekelerde de dönemin karakterine uygun “S-C” kıvrımları göze çarpar (Azapkapı Çeşmesi ve Sebili, 1732). Süsleme açısından XVI-XVII. yüzyıllarda sade bir görünüm sergileyen sebillerde XVIII. yüzyılda özellikle kitâbe üstünde, saçak altında ve kemer aralarında “S” ve “C” kıvrımlarının egemen olduğu kıvrık dal ve çiçek gibi bitkisel motiflerin yer aldığı görülür (Kaptan İbrâhim Paşa Sebili, 1708; Nuru-Osmaniye Sebili, 1755). Bu yüzyıla ait sebillerin etek kısımları da artık öncekiler gibi sade değil bir çerçeveyle süslenmiş bölümler halindedir (Nuru-Osmaniye Sebili; Hamidiye Sebili, 1777). Yüzyılın ikinci yarısına doğru Mehmed Emin Ağa (1740), Üsküdar Sâdeddin Efendi (1741) ve Nuru-Osmaniye sebil ve çeşmelerinde olduğu gibi barok ve rokoko ayrıntılarının arttığı görülmektedir. Özellikle Mehmed Emin Ağa Sebili ve Çeşmesi tamamen rokoko üslûbuna uygun tasarlanmıştır.

XIX. yüzyıl sebillerinde, önceleri XVIII. yüzyıl sebillerinin devamı niteliğinde barok-rokoko öğe ve motiflerin klasik tezyinatla bir arada kullanılarak bir ara üslûp yakalanmaya çalışılırken sonraları empire üslûbu ağırlıklı bir mimari ortaya konmuştur (Nusretiye Sebili, 1826; Ârif Hikmet Bey Sebili, 1858). Genelde XIX. yüzyıl sebilleri dönemin mimari karakterine uygun olmakla birlikte öncekilere göre daha sadedir. “Günümüzde müstakil yapı türündeki birkaç tanesi hariç sebillerin hiçbiri gerçek işlevini sürdürmemekte, bir kısmı boş dururken bir kısmı yanındaki caminin imam odası, abdest alma yeri, gasilhânesi, Kur’an kursu dersliği vb. şeklinde kullanılmakta, bazıları da büfe, çayhane, kuruyemişçi dükkânı vb. olarak kiralanmış bulunmaktadır.’’!

YAZAN: İmran İÇEN

Vesile Dergi Sayı 14

Haziran 2022