Bir… İki… Üç… Söze nereden başlasam bilemiyorum. Bir hayli çetrefilli mevzulardan bahsetmeyi düşünüyorum. Düşünüyorum ancak bir yandan da akışa henüz karar verebilmiş değilim. Ancak gelin görün ki bir yerden başlamak zorundayım. Haydi o halde daha fazla uzatmadan başlayalım zira yolumuz uzun. Sizde oluyor mu bilemiyorum fakat bende zaman zaman bazı şeyleri sorgulayıp neticeye varmaya çalışma gibi bir his oluyor. Zihnimde bir takım neticelere varabiliyorum fakat bazen bazı konular havada kalıyor maalesef ve buna hakikaten uzun vadede bir anlam veremiyorum çünkü anlam vermeye çalışırsam pek çok şeyi yakıp yıkmam gerekeceğinden eminim. Peki nedir bu anlam veremediğim şeyler? Haydi gelin kabaca göz atalım. İslamiyet çatısı altından bakıldığında kul hakkı son derece önem verilmiş ve hatta bile isteye kul hakkı ile Rabbimizin huzuruna çıkmamamız gerektiği belirtilmiştir. Fakat en basiti büyük bir şehirde yaşıyorsanız durum gerçekten içler acısı. Apartmanın üst katından inmeye üşenerek aşağıya çöp atanı mı ararsınız, alt katında oturanı umursamadan aşağıya bir şeyler çırpanı mı ararsınız yoksa daha farklı trajikomik tabloları mı?.. Var da var. Üstelik tüm bunları yapanlar sözgelimi Müslüman olduklarını savunan kimseler. İşin acı tarafı da bu ya zaten. Temizliğin imandan olduğunu belirtmiş olan bir peygamberin ümmetiyiz lakin bakıldığında ne yazık ki pek çoğumuzun temizlik ile uzaktan yakından bir alakası yok. En basiti (bence basit değil) Rabbimizin evi olarak nitelendirmekte olduğumuz camilerimiz pislikten geçilmiyor. Cami içerisinde çöplerini atanlardan tutun da ter ve ayak kokularına kadar; cami dışarısındaki ,özellikle tuvalet bölümünde, idrar kokularından tutun da en leş görüntülere kadar pek çok mide bulandırıcı şeyle karşılaşmamız mümkün. Hal böyle olunca şunu sorgulamaktan kendimi alıkoyamıyorum: bu mabetlere Rabbimizin evi gözüyle bakıyorsak lakin pis ve hoyrat bir şekilde kullanıyorsak, zerre saygı duymuyorsak o halde Rabbimize de mi saygı duymuyoruz? Camiden konu açılmışken yine cami örnekleri ile devam edelim. Sıradaki örnek benim bizzat kuzenim ile birlikteyken yaşamış olduğumuz bir olay. Olayımız şu şekilde: Tesettüre pek bir ilgisi olmayan kuzenim ile birlikte tarihi bir camiye manevi atmosferi solumak ve vatanımız için dua etmek niyetiyle gitmiştik. Zannediyorum ki; 15 Temmuz sonrası bir süreçti. “Tarihi cami” denilince bence pek çoklarınız o atmosferin ne kadar muazzam olduğunu bilirler. Ancak… Kuzenim yukarıda da belirtmiş olduğum üzere tesettürlü değil ve bu yüzden yanına almış olduğu şalı bağlama şekli nede otomatik olarak yansıdı bu durum. Bu durumu fark eden iki güzel kalpli hanım kuzenime dinimizin güzelliklerinden bahsetmeye ve hatta Kur’an-ı Kerim öğretmeye koyuldular. O an gerçekten harika bir enerji hakimdi ortama çünkü din kardeşi olmak bunu gerektiriyor. Din kardeşi olmak kucaklamayı ve verici olmayı gerektiriyor. Derken camiye kendinden önce telefonunun sesi girmiş olan bir hanım teşrif etti. Tam da bizim bulunduğumuz bölümde aldı soluğu. 1 dk-2 dk derken kenarda kendi hallerinde fısır fısır Kur’an-ı Kerim okumakta olan kuzenimi ve o iki hanımı hedef alarak Kur’an-ı Kerim’i okumamalarını söyledi. Üstelik bunu o kadar hoyrat bir şekilde dile getirdi ki… Kutsal bir mabette böyle bir talebin, böyle bir söylemin ne kadar anlamsız olduğunu hatırlatmama gerek yok herhalde. Doğal olarak Kur’an-ı Kerim öğretmekte olan 2 hanım ve kuzenim de kadının zihinsel bir problemi olabileceğini düşünerek Kur’an-ı Kerim okumaya devam ettiler. Devam ettiler lakin o kadar sessiz okuyorlardı ki hakikaten hemen yanlarında olmama rağmen ben dahi doğru düzgün duyamıyordum. Bunun üzerine kadın yine ağıza alınmayacak laflarla onları hedef aldı ve sizlere durumun vahametini anlayabilmeniz için şu kadarını aktaracağım, “Siz kim oluyorsunuz da beni umursamıyorsunuz?
Ben 20 yıldır buraya gelip 5 vakit namazımı kılarım. Bu cami sizin gibilerin değil benim gibi 5 vakit namazını kılanların camisi. Sizin gibileri çok gördük. İnsanı dinden soğutuyorsunuz ama ben sizin amacınız da biliyorum. Zaten sizin gibi pislikler yüzünden gelmedi mi başımıza ne geldiyse…” Hakikaten güler misiniz ağlar mısınız bu söylemler karşısında. Güler misiniz ağlar mısınız bilemiyorum fakat ben o an sinirden titremiştim. Ardından benzer formatta bir kadın daha geldi. Biraz önceki kadının yakın arkadaşı olduğu her halinden belliydi. O da benzer şeyleri söyledi. O söylemler karşısında ben kuzenimin hüngür hüngür ağlayarak ortamı terk edeceğini düşünürken ,elinde tutmakta olduğu Kur’an-ı Kerim’in verdiği güçten olsa gerek, hiçbir şey söylemeden okumakta oldukları sayfayı bitirdi ve namaza durdu. Hal böyle olunca o iki kadının söylem ve eylemlerine daha da dikkat kesildim ve vardığım kanaat muhakkak zihinsel bir problemin olduğuna yönelik. Peki sizce bu tablo neticesinde kimin eline ne geçmiş oldu? Evet farklı bir cami örneğinden devam edelim. Kıymetli bir akademisyen hocamız başına gelen olayı şu şekilde anlatmıştı:
“3 yaşındaki oğlum camiye gitmek istemiyor ve sakallı birisini görünce ağlamaya başlıyordu. Bu durum bir anda gelişmiş olduğu için herhangi bir anlam veremiyorduk. Acaba cami ile ilgili nasıl bir olumsuzluk yaşamıştı da bu şekilde tepkiler veriyordu? Eşimle uzun süre bu konu üzerinde düşündük ve tartıştık fakat bizim bildiğimiz kadarıyla herhangi bir olumsuzluk yaşamamıştı. Ne yapsak diye düşünürken bir anda eşimin aklına 2 ay önce 3 yaşındaki oğlumuzun abileri ile birlikte camiye gitmiş olduğu geldi ve hemen iki abisini yanımıza çağırarak camide o gün neler olduğunu korkutmadan öğrenmeye çalıştık. Onların da dikkatini ilginç bir şey çekmediği için ,hafızlık eğitimi almaktan başka bir uğraşları olmadığı için, sorunu tespit etmemiz hayli zor oldu ancak sonunda küçük olan oğlan bir ara 3 yaşındaki kardeşinin yanına yaşlı bir amcanın geldiğini ve yaramazlık yapmadığı halde yaramazlık yaparsa onun pipisini keseceğini söylediğini belirtti. İşte o an bizde taşlar yerine oturdu. Problemin ne olduğunu çözmüştük artık. 3 yaşındaki oğlumuzu derhal bir psikoloğa götürdük. Tam 6 ay boyunca her hafta çocuk psikolog ile görüşme yaptı ve 6 ay sonra anca düzeldi.”… Peki sizce bu amcanın amacı neydi? Bazen gerçekten kimin evini kime çok görüyoruz diye düşünmeden edemiyorum. Arkadaşları melekler olan evlatlarımız mı Rabbimizin evi olan camilerimize daha çok yakışıyor yoksa bizler mi gerçekten bilemiyorum. Lakin bildiğim tek bir şey var o da şu ki gerçekten bazen haddimizi çok aşıyoruz. Bir keresinde de “Müslümanlar neden böyle abla?” sorusuyla irkildim. Soruyu soranlar küçük kuzenimin de içinde bulunduğu lise talebelerinden oluşan bir genç tayfasıydı. Sebebini sordum merakla ve şunları anlattı bana “Öğretmenimizin verdiği bir ödev sebebiyle tarihi ibadethaneleri gezip fotoğraflarını çektik ve kilisedeki din görevlisinden camideki görevliye kadar pek çok kişinin davranışlarına şahit olduk. Mesela kilisede din görevlisi bizimle en az 2 saat boyunca konuştu ve bizi kendi dinine çekmeye çalıştı. Bunu öyle güzel bir söz sanatı ile yaptı ki Müslüman olmanın ne demek olduğunu bilmeseydim yani çevremde sen ve senin gibi soru sorduğunda doğru düzgün cevap aldığım kişiler olmasaydı rahatlıkla din görevlisine inanabilirdim. Daha sonra da tarihi camilere yöneldik ve Sultanahmet Camii’ne gittik. Camilerde ise tam tersi bir tutumu söz konusuydu ve insanlara hayvan muamelesi yapılıyordu. En basiti kapıdaki görevli bile bir Müslüman gibi değil daha farklı inanca sahip birisi gibi davranıyordu. Mesela orada muhtemelen Hristiyan olan bir turist vardı. Boynunda Haç işareti olan bir kolye taşıyordu ve doğal olarak saçı açıktı. Kapıdaki görevli o kadına Türkçe bir şekilde başını kapatması gerektiğini söyledi ama bunu o kadar kötü bir şekilde bağırarak söyledi ki… Kadın doğal olarak anlamadı. Turist ile Türkçe konuşulur mu tabii anlamayacak. Kadın anlamayınca adam daha da çok bağırmaya başladı ve kadın neye uğradığını şaşırdı. Köpeğin önüne kemik atar gibi kenardaki başörtüyü kadının üzerine fırlattı. Ben kendimi o kadar kötü hissettim ki o an. Kadının yerinde ben olsaydım eğer oradan çekip giderdim ama kadın yine de bir şey demedi ve camiye girdi. Ben açık olduğum için bana da benzer bir muamele yapacağını düşündüm ve çekinerek kapıya yanaştım fakat bana Türk olduğumu anladığı için herhalde hiçbir şey söylemedi ve girmeme müsaade etti. Şimdi böyle bir tabloyu bir yabancının gözünden değerlendirecek olursak İslamiyetten soğumaz mıydık? Şahsen ben bir Hristiyan olsaydım yani o kadının yerinde olsaydım İslamiyetten soğurdum. “Müslümanlar böyle ise bunların inandıkları din hiçbir şeye yaramaz.” diye düşünürdüm…. Bu ifadeleri kullanan bugün teist diye yahut deist diye yahut daha farklı şeylere inanıyor diye yargıladığımız gençlerin perspektifi aslında. Yani bizim bir şey sunmak bir kenarda dursun en iğrenç şekilde temsil etmekte olduğumuz dinimizi görüp soğuyan ve kendimizde hiçbir şekilde suç bulmayıp suçu yine onlarda aradığımız gençler bunlar. İnanın yukarıdaki anlatımdan sonra rahat 2 saat boyunca vaziyeti anlatmak zorunda kaldım ve güzel peygamberimizin hadislerinden örnekler verip ayetlerle desteklemek durumunda kaldım.
Muhattap olduğum gençlerin yüreği o denli kırılmıştı ki toparlaması tam 2 saatimi aldı. Peki bunları onlara yapmaya hakkımız var mı gerçekten? Cami örneklerinden devam edelim ve benim bizzat şahit olduğum bir örnekler meseleyi netice bağlayalım isterseniz. İstanbul’da yaşayanlar yahut ziyarete gelmiş olanlar bilir ki Taksim denilen bir bölge var ve orada tarihi göz önünde bulundurulduğunda ecdadımızı ayakta alkışlayabileceğimiz bir kültürel zenginlik hakim. Yani pek çok farklı dine mensup kimseler için pek çok farklı ibadethaneler mevcut. Ve yine ziyaret edenler bilir tam meydanda büyük bir kilise vardır. Ben farklı kültürleri tanımayı çok sevdiğim için hem kilise ziyaretlerinde ,mümkün olduğunca çok, bulunurum hem de kilise içerisinde konser tarzı bir şey yapıldığında ve davet edildiğimde katılmaya özen gösteririm. Bu sebeple kiliselere pek çok kez gitmiştim ve Taksim’de bulunan o büyük kiliseye de doğal olarak gitmişliğim vardı. Fakat hiçbir gidişimde orada oturma yerlerinin kenarlarına şerit çekildiğini ve gelenlerin görebileceği yerlere “Burası müze değil ibadethanedir.” ifadesinin yazılı olduğu kağıtlar asıldığını hiç görmemiştim. Ancak en son ziyaretimde böyle bir tablo ile karşılaştığımda kendimi ve Müslümanları ister istemez sorguladım. Yani bir yandan bizim tarihi camilerimizin vaziyetini bir yandan da oturma yerlerine şerit çekmiş olan tarihi kilisenin vaziyetini muhakeme ettim. Vardığım kanaat çok da şaşırtıcı değil aslında çünkü kilise sakinlerini haklı buldum. Kiliseyi ziyaret edenler bilir okul sıralarına benzer oturma yerleri vardır ve ayin yapılırken Müslümanların camide dizlerinin üzerine çöktüğü gibi çökülmez o oturma yerlerine oturulur. Doğal olarak ibadetlerinin bir parçası olan oturma yerlerini bir başkasının ziyaret amaçlı kullanmasını istemiyor olmaları gayet normal fakat bizim alnımızı secdeye götürdüğümüz camilerimize bir sürü insanı sorgusuz sualsiz müze formatında alıyor oluşumuz ve kendi ibadethanelerimize saygı duymuyor oluşumuz sorgulanmaya değer. Elbette ki; diğer dinlere mensup olan kişiler de gelsinler camilerimize zira Rabbimizin evi olarak nitelendirmekte olduğumuz bir mekanın giriş çıkışlarını kısıtlamaya haddimiz yok fakat onlar kendi ibadethaneleri ile ilgili belirli bir hassasiyete sahipken biz temizlik başta olmak üzere hiçbir hassasiyete sahip değiliz ya hani ve bir de üzerine çocuklarımızı, gençlerimizi bu ibadethanelerden yani Rabbimizin evlerinden soğutuyoruz ya hani işte burasına gerçekten anlam veremiyorum. “Bizim amacımız ne?” boyutunu sorgulamayı bırakalı çok oldu fakat “Biz bu haddi ve hakkı kendimizde nasıl buluyoruz?” kısmı gerçekten içler acısı. Velhasıl diyeceğim şu ki; bugün kendi ülkemiz sınırlarında bulunmakta olan ibadethaneler ile ilgili bile gerekli hassasiyeti göstermiyorken fakat buna rağmen Müslüman olduğumuzu savunurken peygamber efendimizin yahut Rabbimizin belirtmiş olduğu kutsal mekanlarımızdan bir tanesi olan Kudüs için de Kubbet’üs-Sahra için de gerekli hassasiyete sahip olmuyor oluşumuz beni şaşırtmıyor. Ancak atladığımız bir detay var o da şu ki: Bizler evlatlarımızı Rabbimizin evinden soğutacak haddi ve hakkı kendimizde bulabiliyorsak eğer akıbetimizin hayır olacağını beklememiz ahmaklık olur. Yukarıda Taksim örneğinde belirtmiş olduğum üzere tarihi bir hakikati konuşuyor ve kültürel bir zenginlikten bahsedebiliyoruz. Çünkü ecdadımız fetihler gerçekleştirdiğinde hiç kimsenin ibadethanesine göz dikmemiş ve el koymamış ancak bizler fetih bile gerçekleştirmiş olmadığımız halde evlatlarımıza yani güzel dinimizi sevdirmemiz gereken yavrularımıza ibadethanelerimizi çok görüyoruz. Kimisinin Asım Nesli kimisinin Diriliş Nesli kimisinin de Elif Nesli olarak nitelendirmekte olduğu o küllerinden yeniden doğacak olan nesil bu şekilde inşa edilmez kıymetli dostlar. Bu şekilde anca değerlerimizden ve evlatlarımızdan oluruz. Bu şekilde ancak Rabbimizin gazabı ile muhattap oluruz. Lütfen kendimize gelelim artık. Aldığımız nefesin dahi hesabını vereceğimizi unutmayalım. Dost meclisinde otururken hanım kardeşlerimizden bir tanesi önceki gün yaşamış olduğu olayı bizlerle paylaşmıştı ve bu olaya göre yaşları tahminen 4 ila 6 olan kızlarıyla bir yerden bir yere giderken çocukların toplu taşıma aracından parmakla camiyi göstererek “Anne bak şato” dediklerini kendisinin ise öylece kalakaldığını belirtmişti. Bu hanım kardeşimiz bakıldığında dilinden hiçbir şekilde Allah kelamı düşmeyen birisi olduğu halde çocukların vaziyeti ne yazık ki böyle. Kendisi de durup nasıl bir ebeveyn olduğunu sorgulaması gerektiğinin farkına varmış bu olay neticesinde. Ancak bu maalesef ki tek değil yani bu olayı yaşanmakta olan tek kişi o hanım kardeşimiz değil. Yukarıda örneğini verdik ya hani bir amca gelip yaramazlık bile yapmadığı halde çocuğa adeta fragman yaşatıyor ve çocuğu camiden soğutuyor işte aynı mantık bu ve buna benzer olaylar neticesinde maalesef ki pek çok yavrumuz için geçerli oluyor. Oysa ki biz Asım Nesli yahut Diriliş Nesli yahut Elif Nesli yetiştirmekten bahsediyoruz değil mi? Peki camiyi şato ile karıştırmakta olan bir Asım Nesli yahut Diriliş nesli yahut Elif Nesli yetiştirmek ne kadar mümkün? Biz evlatlarımıza ne veriyoruz da ne bekliyoruz? Çok kıymetli bir hocam derdi ki “Yok öyle üç kuruşa beş köfte emeksiz yemek olmaz” ve eklerdi “dolma akıl ile kuyuya inilmez” şimdi biz de meseleye bu perspektif ile bakacak olursak şunu rahatlıkla görebiliriz ki taklit ile Müslümanlık olmaz. Hakiki Müslüman olabilmek için İslamiyet’i hazmetmek gerekir ve hazmetmek ise idrak etmekten ileri gelir. Hani duyuyoruz ya bazı kimselerden “Şu, camiden çıkmıyor. Şu, sohbetten çıkmıyor.” bilmem ne diye böyle bir tabloda durup bunun gerçekliğini sorgulamamız gerekiyor. Camilerden, sohbetlerden çıkmıyor tamam eyvallah fakat öğrendiği şeyler bir kulağından girip diğer kulağından çıkıyor mu yoksa öğrendiği şeyleri ilmek ilmek hayatına mı işliyor? Hatta onu bunu bırakıp durup kendimizi sorgulamamız gerekiyor. Ben ne yapıyorum? Ben kimim? Ben ne için yaratıldım? Bakıldığında bunlar Felsefenin temel sorularıdır fakat bir Müslüman bu tarz şeyleri sorguladığında bir zamanlar Avrupa’da yaygın olan “İçine şeytan kaçtı.” muhabbeti devreye giriyor. Oysaki İslam Felsefesi diye de bir şey var fakat araştırmadığımız için yani dolma akıl ile kuyuya indiğimiz için ve taklit üzere iman ettiğimiz için İslamiyet’in güzelliklerinin farkında değiliz. Sadece gençler olarak bakmayalım. Yukarıda kilise ziyaretinde bulunmuş olan evlatlarımızın yerinde biz olsaydık söylem ve eylemlerimiz nasıl olurdu mesela? Zulüm karşısında sahabenin kıymetli isimleri gibi dimdik durabilir miydik? Yahut bugün Kudüs’te dimdik durup orayı muhafaza etmeye çalışan Müslümanlar gibi bir tutum sergileyebilir miydik? Çok kıymetli bir tarihçi hocam Kudüs ziyareti gerçekleştirdiğinde orada bulunan bir gence “Sizin işiniz gerçekten çok zor Allah yardımcınız olsun dualarımız sizinle.” şeklinde bir cümle kurmuş ve o gencin verdiği cevap gerçekten tokat niteliğinde “Biz Allah yolunda cihad ediyoruz ve Müslümanlığın getirisi olan bir şeyi yapıyoruz. O yüzden bizim imtihanımız zor değil fakat siz kendi imtihanınızı düşünün. Asıl sizinki daha zor”… Bu kardeşinizin tokat niteliğindeki bu söylemenin ardından yorumu tamamen sizlere bırakıyorum. Ben susuyorum ve sizi vicdanınızla baş başa bırakıyorum.
YAZAN: ZEYNEP EROL
Vesile Dergi Sayı 10
Şubat 2022