Gözlerimi kapattım. Önümde sakin sakin akan nehrin ve kuşların sesi vardı. Nehir kendi yolunu buluyordu ve bir anda ona özendiğimi fark ettim. Kendime “Neden bir nehire özeniyorsun?” diye sordum. Sorumun cevabı nehir gibi akıp yolumu bulmak istememdi. Ben tüm bunları düşünürken hava aydınlanmak üzereydi. Güneş her zamanki gibi tüm asaletiyle doğuyordu. Adeta insanlığa “Her karanlığın ardında bir ışık vardır.” der gibiydi. Günün aydınlanmasıyla birlikte doğa yavaş yavaş canlanıyordu. Kuşların sesi her seferinde daha da artıyor, kargalar ve kanaryalar adete “Ben de buradayım.” diyor, havadaki sakin esinti ağaçların yapraklarını sallıyor, su sesleri ve ağaç sesleri tüm bu müzikale eşlik ediyordu. Güneş tam anlamıyla yüzünü gösterdiğinde bu müzikale çocukların sesleri de eşlik etmeye başlamıştı. Piknik alanı insanlarla doluydu ve insan seslerinin doğanın müzikalini bastırdığını fark ettim. Bu içimde huzursuzluğun oluşmasına sebep olmuştu. Ben tüm bunları düşünürken annem “Artık yanımıza gel.” diyerek seslendi ve bu orkestrayı terk edip ailemin yanına gitmek zorunda kaldım. Pikniğe iki aile olarak gitmiştik ve hep birlikte yardımlaşarak kahvaltı masamızı hazırladık. Piknik alanının dar olması sebebiyle annem “İlk çocuklar yesin sonra biz yeriz.” dedi. Bu sebeple ilk biz yemeğimizi yedik, daha sonra ise ailelerimiz. Anne yüreği ancak buna müsaade edebilmişti.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra biz top oynamaya başladık. Ailelerimiz ise okey oynuyordu. Pikniğin en sevdiğim yanı herkesin istediğini yapabiliyor olmasıydı. Öğlene doğru Türk toplumunun olmazsa olması olarak görülen mangal yakıldı ve kokusu doğanın kokusunu bastırdı. “İnsanoğlu neden hep doğayı bastırıyor? Neden bu güzellikleri koklayamıyor ve dinleyemiyoruz?” diye düşünmeden edemedim. Ben bunları düşünürken ailelerimizin olduğu alandan ses yükseldi, korkuyla onların tarafına döndüğümde annemin okeyi babama kaptırdığı için kendine kızdığını gördüm ve bu durum tebessüm etmemi sağladı. Ailelerimiz şu an çocuklar gibi şenlerdi. Gülüp eğleniyorlardı. Bu manzara karşısında mutlu oldum çünkü her insanın içinde bir çocuk olduğuna ve o çocuğun ölmemesi gerektiğine inanan biriyim. Ölmediğine görmüş olmak istemsizce mutlu olmamı sağladı.
Birkaç saat sonra mangal dumanı dağıldı, doğanın kokusu geri geldi fakat maalesef doğanın sesi hala kayıptı. Aslında bazen doğa sesini çıkarıyor gibi oluyordu ama insanların sesleri yeniden yükselmeye başlayınca doğa adeta küsüyor, sesini duyurmamayı tercih ediyordu. Zaman ilerledikçe insanlar yavaş yavaş doğayı kendi haline bırakmaya başladı. Bu süreçte bizim de gitme vaktimizin yaklaştığını fark ettim. Bu farkındalık beni üzdü çünkü doğanın müzikaline yeniden kavuşmuşken bırakmak istemiyordum. Ailelerimizin sohbetine kulak kesildiğimde annemin “Acaba bugün burada mı uyusak? Hem yarın Pazar kimsenin işi, gücü yok. Çadırlarımız da var.” dediğini duydum. Bu fikirden sonra bir sessizlik oldu. Ardından herkes bu fikri mantıklı bulduğunu belirtti ve çadırlarımızı kuracak geniş bir alan aramaya koyuldular. Piknik alanı neredeyse yalnızca bize kalmıştı bu sebeple çadırlarımızı kuracak yeri bulmaları zor olmadı. Onlar çadırlarımızı kurarken biz çocuklarla oyun oynamaya devam ettik.
Hava iyiden iyiye kararmaya başlamıştı, bir süre sonra enerjimiz tükenmeye başladı ve ailelerimizin yanına gittik. Bizim yanımızda olan led ışığı diğer ailenin araba aküsüne bağlayarak yaktık ve ağaçların dallarına koyarak etrafı ışıklandırdık. Bu ışıklardan sonra birden fazla sinek geldi. Diğer ailenin yanında sinek kovucu vardı, onu üzerlerimize sıktık. Bu sayede ne sinekler bize ne de biz onlara zarar vermiyorduk. Arabada olan portatif sandalyeleri ve tabureleri alıp masanın etrafında oturarak sohbete başladık. Bir süre sonra babam “Yıldızların Altında” şarkısını söylemeye başladı. Şarkıyı hepimiz bildiğimiz için hep bir ağızdan eşlik etmeye koyulduk. Bir süre sonra bize kuşların sesleri de eşlik etmeye başladı ve hoş bir ahenk oluştu. Bu güzel ortamı bozan uykularımızın gelmiş olmasıydı. Birkaç saat sonra kimimiz arabada kimimiz ise çadırda uyumaya koyulduk.
Sabah güneş doğmadan gözlerimi açtım. Bu durum beni mutlu etti çünkü bir süre doğayla baş başa kalacaktım ve gün doğumunun mucizesine bir kez daha şahit olacaktım. Bu mucizeyi kaçırmayacak olmam beni heyecanlandırdı. Buna mucize demek bazı insanlara garip geliyor fakat biz sonuna şahit olsak da gün doğumu göremediğimiz birçok aşamadan geçiyor. Bence bu tam olarak bir mucize. Bu düşüncelerden sıyrıldıktan sonra annemin yanına gittim ve “Anne ben nehir kenarına gidiyorum, göremezsen korkma.” dedim. Nehir bulunduğumuz alandan uzakta olmadığı için annem izin verdi, “Tamam.” diyerek uykusuna döndü. Patika yoldan doğanın kokusunu içime çekerek, doğayı dinleyerek ürümeye başladım. Bir banka oturarak 10 dk. kadar etrafı izledim, dinledim. Hiçbir şeyin ilk günkü gibi olmadığını fark ettim. Bu farklılıklar kimi zaman bulutun güneşin üstüne geçerek, kimi zaman ise rüzgarın hızlanışıyla gerçekleşiyordu. Nehir dahi artık eskisi gibi akmıyordu. Çünkü, nehrin içindeki su molekülleri her dakika farklılaşıyordu. Bu esnada aklıma Filozof Heraklitos’un “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz.” sözleri geldi. Haklıydı, ilk girilen su yoktu artık. O akmış gitmiş bambaşka bir su gelmişti ardından.
Ben bunları düşünürken herkes tek tek uyanmaya başladı. Kimisi bedenini esneterek uyku mahmurluğunu üzerinden atmaya çalıştı kimisi ise boş boş etrafa bakarak. Bu bakış sadece “Ben neredeyim?” bakışıydı. Bu sebeple sessizliğin sesini, doğanın kendi içindeki ahengini görebiliyorlardı. İnsan ne kadar da garip bir canlı. Bir şeyi çok ister, elde eder fakat daha tadına dahi varmadan unutur gider. Daha sonra tekrar ister ama hiçbir şey ilk geldiği gibi kalmamıştır. Bizler hayatı konsere gidip yalnızca video çeken insanlar gibi yaşıyoruz. Onlar o anın keyfini çıkarmak yerine anı ölümsüzleştirmeye çalışıyorlar. Halbuki ana, orada olan bitene baksalar çok daha farklı hissedecekler. Hayatlarımızın en değerli anlarını ölümsüzleştireceğiz çabasıyla dolu dizgin yaşayamıyor, kaçırıyoruz. Ben bu düşünce denizinde boğulurken bizimkiler “Eftalya kahvaltı hazır, gel.” diye seslendiler ve onların yanına gittim. Dün olduğu gibi kahvaltılarımızı yaptıktan sonra biz oyun oynamaya ailelerimiz ise okeye daldık. Yine öğlene doğru insanlar mangallarını yaktılar, her yer duman oldu. Ailelerimiz ve biz bu dumandan rahatsız olduk ve hep beraber yürüyüşe çıkmaya karar verdik. Eşyalarımızı toparlayıp arabaya koyduk ve yola koyulduk. Patikada yürürken arkadaşlarımla birlikte şarkı söyledik. Yürürken girdiğimiz yolun insan eli değmiş olduğunu anlamak zor değildi. Çünkü, yanlarında yol taşları vardı.
Çoğumuzun aklından yolun sonundan bir villa çıkabileceği geçti fakat ilerledikçe daha garip bir hal aldı. Öyle ki kendimi dağcı gibi hissettim. Uzun süre yürüdükten sonra ilk girdiğimiz mesire alanından farklı bir yer bulduk. Orada kendimi sanki biran Karadeniz Bölgesi’ne geçmiş gibi hissettim. Sanki ışınlanmış ve bambaşka bir yere girmiş gibiydim. Her şey çok farklıydı. Piknik alanında dağ yoktu. Yalnızca küçük bir nehir ve ağaçlar vardı. Sonraki yerde sanki dağlar piknik alanını korur gibi etrafına dizilmişlerdi. Buradaysa yalnızca gölden büyük, denizden küçük olacak şekilde bir su topluluğu vardı. Bu alanı hepimiz çok sevdik. Babalarımız arabalarımızı bu alana bırakabilecek bir yer gördüklerinde geri dönüp arabaları getirmeye gittiler. Çok geçmeden arabayla yanımıza geldiler. Orada bulunan bir çardakta oturup sessizce etrafı izledik. Bir süre sonra helikopter sesi duyduk ve o sese dikkat kesildik. Herhangi bir görüntü yoktu. Birden dağın arkasından çıktı helikopter. Bu helikopter bir yangın söndürme helikopteriydi ve her alçalışında su alıp yükseliyordu. Bize doğru geldiğini fark edip bir hayli korktum fakat korkacak bir şey yoktu, yalnızca etrafa su savuruyordu. Bunun sebebini ilk başta anlamamış olsam da sebebi piste inerken toz kalkmamasıymış. Günün sonunun bu kadar garip biteceğini hiç tahmin etmemiştim. Hepimiz çok şaşkın ve aynı zamanda da buna şahit olduğumuz için çok mutluyduk. Maalesef her güzel şeyin olduğu gibi bugünün de sonuna geldik. Bu durum beni üzmüştü fakat geçen güzel zamanlara ihanet gibi geleceğini düşünerek bu hissi göz ardı ettim.
Güzel anıları da alıp evin yolunu tuttuk. Yolda zamanı doğayı son kez izleyerek geçirdim. İzlerken doğa gibi olmak istediğimi fark ettim. Kuş olmak istedim. Özgürce uçabilen bir kuş. Kimse “Oraya uçamazsın. Orası kötü.” demiyor. Hem insanların doğrudan zarar veremediği tek yer hava, gökyüzü. Bu sebeple kuşların can güvenliği bir nebze de olsa sağlanabiliyor. Güneş olmak istedim. Onun gibi her karanlığın ardından yeniden doğmak istedim. Mesela “Bugün doğmayacağım.” demek gibi bir şansı yok güneşin. Su olmak istedim. Onun bitkileri yeşertmesi gibi insanların hayatlarına dokunmak istedim. Nehir olmak istedim. Nehir gibi yatağımı bulmak ve yolumda ilerlemek istedim. Kısacası ben doğa olmak istedim…
YAZAN: Sahra TOPÇİL
Vesile Dergi Sayı 14
Haziran 2022