Geçmiş yılların birinde, Anadolu’nun bir şehrinde üç çocuklu bir ailenin oğluydu Ömer. Annesini geçen yaz başında geçirdiği bir hastalıktan kaybetmiş, babası ve iki kardeşi ile birlikte ilçeye yakın olan köylerinde
yaşamaktaydılar. Kendi geçimlerine yetecek kadar bir tarla ve sahip oldukları üç inekle hayatlarını sürdürüyorlardı. Annesi ölünce tarla işleri babasına kalmış, ahırdaki ineklerin bakımı Ömer ve kardeşlerine kalmıştı.
Ömer henüz 15 yaşındaydı, kardeşi Fatma 13 ve küçük kardeşi Hasan henüz 9 yaşındaydı. Annesinin ölümünden sonra akrabaları ve babası Ömer’e, Artık annen yok Ömer. Babanın olmadığı yerde sen ağabeyi ve ata olarak onlara kol kanat germek zorundasın, sözleriyle öğütler veriyordu. Ömer ise içten içe, Ben daha 15 yaşında bir çocuğum. Nasıl ata olabilirim? Nasıl annemin yerini alabilirim ki? Diye kendini sıkça sorgular halde bulurdu. Gün geçtikçe kendisini kardeşlerine karşı sorumlu olduğu düşüncesine alışmış, fakat ne yapacağı konusunda çaresiz kalmıştı. Ömer ve kardeşleri okul çağında çocuklardı. O yaz annesinin yokluğunda akrabaların ve komşularının yardımlarıyla geçip gitmişti. Fakat Ömer için ebedi hayata giden bir anneydi. Bir çocuk için akraba ve komşular bir annenin yerini doldurabilir miydi? Anne ve baba bir evin çatısını tutan temel direği gibidir. Ömer ve ailesi için o evin çatısını tutan direklerden biri; anne eksilmişti.
Okul zamanı gelip çatmış, Ömer’i derin bir hüzün, yalnızlık ve çaresizlik almıştı. Ona sabahları kahvaltı hazırlayan, okul kıyafetini ütüleyen annesinin yokluğunu bir kez daha o gün sabah kahvaltısında fark etmişti Ömer. Bir erkek olarak kardeşlerine annesi gibi bakabilmek hiç de kolay değildi. Onlara anne yoksunluğunu nasıl hissettirmemesi gerektiğini bilemiyordu. Ve o gün ağlamıştı Ömer sessiz ve çaresizce… Küçük Hasan daha bir mahzun, Fatma ise daha bir metanetliydi. Kardeşinin bardağına doldurduğu sıcak çaya, soğuk su katmayı bilmediği için dili yanan Hasan’ın gözyaşlarını silecekti Fatma. Ve Ömer o zaman anlayacaktı bir annenin bildiklerini, hiçbirinin bilmediğini… Onlar için hayat belki de tekrardan başlıyordu kaldığı yerden. Babası tarla işlerindeyken, Ömer ve kardeşi Fatma ahırdaki hayvanlarla ilgileniyorlardı.
Annesinin ölümünden sonra bir ineğin sütünü sağmak, onu yemlemek ve gübresini almak gibi işlerin ne denli zahmetli olduğunu, annesinin onlar için nasıl bir özveride bulunduğunu, üzerine hayvan gübresi bulaştığında iğrendiği o kokudan anlamışlardı.
Öyle ya! Her sabah ve akşam gübre kokusuyla yaşamak hiç de hoş olmasa gerek. Ömer’in babası ahırdaki ineklerden birini satmak zorunda kalmıştı. Üç çocuk okula gitmeliydi. Ömer babasının bir ineği satmasıyla sevinmişti. Çünkü ahırda daha az vakit geçirecekti. Böylelikle bir gün kendisi, bir gün kardeşi Fatma inekle ilgilenecekti. Ve daha az hayvan gübresi kokacaklardı, okula gittiklerinde ise daha az gübre kokacaklardı.
Öyle ya! Daha az hayvan demek daha az gübre kokmak sayılırdı. Fatma evin adeta küçük annesi olmuş, annesi kadar olamasa da elinden geldiği, aklının yettiği kadar annesinden gördüklerini yapmaya çalışıyordu. Ömer ve kardeşleri babasının tarladan kazandığıyla ve satılan bir ineğin parasıyla geçinmeye çalışıyorlardı. Günler böylece gelip geçti, artık kış gelmişti. Ahırdaki ineklerden biri rahatsızlanmış ve artık süt vermemeye başlamıştı. Ahırdaki sütanne hastaydı. Çocuklar sütannelerinin bu denli hasta olmalarından dolayı çok üzgündü. Onlar için ahırdaki inekler anne demekti. Annelerinin yokluğu onlara ineklerinin aslında ne kadar önemli olduğunu bir kere daha öğretmişti…
Öyle ya! Sütannelerine bir şey olursa süt nasıl satacaklardı? İneklerden birini; sütannelerini bir zaman sonra kaybetmişlerdi. Ahırda kalan diğer inek ise henüz birkaç aylık buzağıydı. Artık okula gitmeden önce ilgilendiği iki değil, bir inek kalmıştı. Üstelik küçüktü ve bakımı da kolaydı.
Öyle ya! Artık çok daha az gübre kokacaklardı. Oysa Ömer’in hesaba katmadığı bir şey vardı. Tarla dışında tek geçim kaynağı olan sütçülüğü, buzağı büyüyene kadar yapamayacaklardı. Evde yoğurt mayalanmayacak, ocakta süt kaynamayacaktı. Babası ise elinde kalan tüm birikimlerini tüketmiş, Ömer ve kardeşleri önce çok sevdiği annesini, sonra da annesinin çok sevdiği ineklerini kaybetmişti. Bir annenin gidişinde aslında birçok şeyin yokluk olduğunu, anne ve babasının kendi hayatlarından nasıl özveride bulunduğunu, bir annenin yokluğunda fark etmişti Ömer. Yine bir sabah kahvaltısında; annesinin yokluğunu, ona söylediği sözlerini artık duymadığında yeniden anlamıştı. O sabah kahvaltıda dönüp şöyle demişti kardeşlerine;
“Keşke şimdi annem olsaydı ve gübre koksaydı elleri”
Ömer’in hikâyesinde olduğu gibi bazen bir gübre kokusu bile size huzurlu bir hayatı hediye edebilir. Bu hikâyede ne Ömer suçluydu ne de kardeşleri. Hayat bize bazen hiç anlam veremediğimiz ya da hiç ummadığımız bir anda bir kırılma noktası yaşatır.
Sizin de hayatınızın bir kırılma noktası var mı?
YAZAN: SONNUR SEVER
Vesile Dergi Sayı 3
Ağustos 2021